Yaz sıcağının getirdiği rehavet, ekonomiden yansıyan olumlu göstergelerle birleşince iyimserliğe susamış olanlara gün doğdu. Krizler ülkesi Türkiye, felaket tellallarını utandıracak bir gelişme içindeydi sanki. Yoksa beklenen gün gelmiş, Türkiye ekonomisi yıllar sonra, düşen enflasyonla yükselen büyümeyi, değerlenen TL ile ihracat atılımını aynı anda gerçekleştirmenin yolunu bulmuş muydu? Dünya Gazetesi Ekonomik Araştırmalar Birimi'nin deyimiyle, "40 yılda bir gelecek bir fırsat" mı yakalanmıştı ekonomide?
Yirmi küsur yıldır ekonomideki gelişmeleri yakından izlemiş olmanın belleğimde bıraktığı derin izler olmasaydı belki ben de şu sıcak yaz günlerini iyimserliğin rehaveti içinde geçirebilir, daha da güzel günlerin bizi beklediğini düşünerek izne çıkabilirdim. Ne yazık ki bunu gene başaramayacağım galiba, çünkü belleğim araya giriyor. 2000 yılı yazının da bu yılkine benzer bir rehavet ve iyimserlik içinde geçtiğini, IMF takvimindeki gecikmelerin o zaman da hafife alındığını ve o ortamda benim, neden kaygılı olduğumu açıklayan bir yazı yazarak izne çıktığımı anımsıyorum. Bu kaygılarımın boşuna olmadığını 2000 yılının kasımında ve onun uzantısında 2001 yılında yaşananlar göstermişti.
Aslında peşpeşe krizlerin yaşandığı Türkiye'de hemen herkesin kendine göre bir "kriz belleği" var artık. Aynı şeyi Türkiye'yi dışardan izleyenler için de söylemek mümkün. Bu "kriz belleği", olumlu gelişmelerin yaşandığı dönemlerin kalıcı olacağına inanmayı zorlaştırıyor; çoğu kimse birçok bakımdan olumlu sayılabilecek gelişmeleri, örneğin TL'nin değer kazanmasını, yeni bir krizin tohumlarını taşıyan bir gelişme olarak değerlendirebiliyor. Türkiye'yi dışardan izleyenler, IMF ile ilişkilerin ite kaka sürdürülmesine bakarak "Türkiye gene su koyverecek" izlenimine kapılabiliyor. Bunun uzantısında da hemen Türkiye'nin borç yükü hatıra geliyor ve "acaba bu borç sorunsuz çevrilir mi?" sorusu soruluyor. Belleklere kazınan bu tür olumsuz beklentilerin silinmesi için Türkiye'nin uzunca bir süre krizsiz - sarsıntısız, istikrarlı bir çizgi izlemesi gerekli. Bu da henüz yaşanmış değil.
Türkiye'nin özellikle 1990'ların başından beri sergilediği inişli çıkışlı performans ve Türkiye ekonomisinin genel trendinin olumsuza dönmesi, bu trendi tersine çevirecek ve istikrarlı büyümeyi sağlayacak gelişmelerin inandırıcı olmasını zorlaştırıyor. Bu inancı yaratabilmek için olumlu gelişmelerin "sürdürülebilir" nitelikte olması gerekiyor. Ekonomide halen yaşanmakta olan gelişmelerin sürdürülebilir nitelikte olduğu ise hayli kuşkulu.
Bugün gelinen noktada TL'nin değerlenmiş (kimilerine göre "aşırı değerlenmiş") olması, sürdürülebilir olup tartışılan şu gelişmelere yol açmış bulunuyor:
Enflasyonda gerileme,
TL ile gelir elde edenlerde olumlu "servet etkisi",
Kimi kesimlerde reel gelirlerin artışıyla belli alanlarda talebin körüklenmesi,
Sanayii de ve turizm de rekabet gücünün azalması
Dış açığın büyümesi.
Ekonominin aktörlerinin çoğu bu gelişmelerin sürdürülebilir olmadığını düşünüyor ve bu gelişmelerin yarattığı çok kısa dönemli fırsatları sonuna kadar kullanmaya çalışıyor. Bu çabaların ekonominin geneli için yol açabileceği sonuçları düşünme ve karşılama görevi ise ekonomi yönetimine düşüyor. Ekonomi yönetiminin bir bütün olarak bu tabloyu görebildiğine ve bu görevi yapabileceğine inanmak ne yazık ki pek kolay değil. Bugünkü yönetimin, sözünü ettiğimiz gelişmeler sürdürülemez noktaya geldiğinde ve piyasa oyuncuları aniden oyun değiştirdiğinde ne yapacağını doğrusu pek kestiremiyorum.
İşte tüm bu nedenlerle bu yıl da izne çıkarken kaygılıyım.