Hisse senedi borsaları çoğu kez ekonomilerdeki olası gelişmelerin öncü göstergesi gibi görev yapıyor, olumlu ya da olumsuz gelişme beklentileri gerçekleşmeden bir süre önce borsalarda "satın alınıyor". Son iki ay içinde borsalarda yaşanan gelişmelere bakarak 2002 yılının özellikle ABD'de ve Türkiye'de olumlu gelişmelere sahne olacağını düşünebiliriz. ABD'de Dow Jones endeksinin 11 Eylül sonrasındaki dip noktayı izleyen yükselişi % 20'ye yaklaştı, Nasdaq'ta da ciddi bir toparlanma görüldü. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'ndaki yükseliş ise dolar bazında % 50 dolayında.
Ancak hisse senedi borsalarında, biraz da önceki düşüşlere tepki olarak gerçekleşen bu hızlı yükselişlerin, ekonomideki olumlu gelişmeler konusunda ne kadar sağlıklı bir gösterge olduğu tartışma konusu. IMF, ABD ekonomisi için yaptığı 2002 yılı büyüme hızı tahminini % 2.2'den % 0.7'ye düşürdü ve IMF Başkanı Köhler, ABD'de hem tüketici talebinin hem de yatırımların zayıflığına dikkat çekti. Japonya'nın 2002'de büyüme değil küçülme yaşayacağını tahmin eden IMF dünya ekonomisi için yaptığı 2002 yılı büyüme hızı tahminini de % 3.5'ten % 2.4'e düşürdü.
Türkiye'nin kriz takvimi kendine özgü ama dünya ekonomisinin "resesyon" sınırı sayılan % 2.5'in altında büyümesinin beklendiği bir ortamda bizim de bundan olumsuz etkilenmemiz kaçınılmaz görünüyor. Bütün bunlar 2002 yılının özellikle ilk yarısında dünyada ve Türkiye'de hızlı bir canlanma beklemenin doğru olmadığını düşündürüyor.
Başka dergilerde kolay bulamayacağınız analitik yazılara ve söyleşilere de yer veren İşletme ve Finans dergisini 17 yıldır yaşatmayı başaran Ali Bilge Ankara'dan çarpıcı bir haber verdi geçen gün. Bilkent Üniversitesi'nin yaptırdığı bir araştırma, üniversitenin ekonomi ve işletme bölümlerinden 2001 yılında mezun olanların hiçbirinin iş bulamadığını ortaya koymuş. Orta Doğu Teknik Üniversitesi mezunlarının iş bulma durumu da bundan pek farklı değilmiş.
Düşünebiliyor musunuz, eğitime zaten yeterli kaynak ayıramayan, insana yapılan yatırımın çok yetersiz olduğu Türkiye'de, gözde üniversitelerin ekonomi ve işletme bölümü mezunlarının iş bulamamasının ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz? Salt bu olgu bile Türkiye'de bir şeylerin yerine oturmadığını, Milli Takım'ın başarısıyla ya da IMF'den sağlanan ek kaynakla avunmanın hiçbir şeyi çözmeyeceğini gösteriyor. Ekonomimizin temel yapısında ve işleyiş biçimimde ciddi bir yanlışlık var ve bunu düzeltmeden kalıcı bir çözüme ulaşmamız olanaksız.
Kısır döngü
Ekonomiyle ilgili beklentilerin ve tartışmaların döviz - faiz - borsa - dış kaynak dörtgenine hapsolduğu bir ülkede yaşıyoruz. Reel sektörle ilgili tartışmalar da özel sektörün devletten kolaylık ve destek talebinin ötesine geçemiyor pek. Bu ortamda gerçek ekonomiden ya da ekonominin gerçek sorunlarından söz etmek de pek kolay olmuyor. Bazen biz de kendimizi aynı kısır döngünün içinde buluyoruz, örneğin dış kaynağın önemini vurgulayan saptamalarla uğraşırken ekonominin gerçek sorunlarını göz ardı edebiliyoruz.
Bu kısır döngüyü kırmak için ekonomideki gelişmelere günlük piyasa hareketlerinden fazla etkilenmeden, daha uzun vadeli bir perspektifle bakabilen akademisyenlere önemli bir görev düşüyor galiba. İTÜ İşletme Fakültesi öğretim üyesi Prof. Nurhan Yentürk'ün Foreign Policy dergisinin Türkçe baskısında (Ağustos - Eylül 2001) yer alan ve Türkiye ekonomisinin son yirmi yılındaki gelişmelere ışık tutan yazısı bu açıdan önem taşıyor.
Yatırımlar nereye?
Nurhan Yentürk'ün bulguları, 1980'den beri "dışa açık kalkınma" ve "ihracata yönelik sanayileşme" hedeflerini benimsediği varsayılan Türkiye'de son yirmi yılda gerçekleştirilen yatırımların bu hedeflerle hiç de uyumlu olmadığını ortaya koyuyor. Türk özel sektörünün önceliğinin hala dış pazar değil iç pazar olduğunu kanıtlayan bu veriler bizi halen yaşamakta olduğumuz krizin temel nedenlerine de götürüyor.
Yentürk'ün ortaya koyduğu veriler 'ticarete konu olan' yani ihracata yönelik sektörlerde gerçekleştirilen özel sektör yatırımlarının GSMH içindeki payının aslında 1975'ten itibaren düşüşe geçtiğini ve bunun 1980'lerdeki "ihracat atılımı" yıllarında da fazla değişmediğini gösteriyor. Bu payın 1992 - 96 döneminde (belki de AB ile gümrük birliği beklentisinin etkisiyle) biraz yükseldiğini ancak 1997'den itibaren yeniden düşüşe geçtiğini görüyoruz. Buna karşılık (grafikte de görüldüğü gibi) 'ticarete konu olmayan', yani iç pazara yönelik sektörlerdeki özel sektör yatırımlarının GSMH içindeki payının özellikle 1985'ten sonra ciddi bir sıçrama yaptığı ve 'ticarete konu olan' sektörlerdeki yatırımların iki katını bile aştığı anlaşılıyor.
Sorun nerede?
Bu sonucu doğuran olgu, 'ticarete konu olan', yani dünya pazarında rekabeti hedef alan sektörlerde dünya standartlarında ve dünya fiyatlarıyla çalışmanın gerekmesi; buna karşılık 'ticarete konu olmayan', iç pazara yönelik sektörlerde dış rekabetten korunmuş bir ortamda, dünya fiyatlarından kopuk fiyatlarla çalışmanın mümkün olması. Nurhan Yentürk'ün de belirttiği gibi, Türkiye'de özel sektörün bu eğilimini değiştirecek önlemlerin bugüne dek alınmaması ve özel sektörün yatırım önceliklerini değiştirecek ortamın yaratılmamış olması bizi bugünkü çıkmaza sürükleyen temel neden.
Türkiye'nin 'ticarete konu olan', dünya rekabetine açık sektörlerde gerçekleştirdiği yatırımların yetersiz kalması (1) Yeni teknolojileri özümseyip üretim yapısını güncelleştirmesini önlüyor, (2) İmalat sanayiinde ihracata yönelik yatırımların (grafikte de görüldüğü gibi) ihracattaki artışın gerisinde kalması yeni bir ihracat atılımını sınırlıyor, (3) Bu yapı enflasyonsuz yaşayamıyor.
Nurhan Yentürk, Kemal Derviş'in ortaya koyduğu "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"nın da bu temel sorunu çözecek ve özel sektörü daha rekabetçi bir yapıya kavuşturacak bir açılımından yoksun olduğunu belirtiyor.
İngiltere'de yayımlanan sol eğilimli Prospect dergisi son sayısıyla birlikte Kuran CD Rom'u verdi. Londra'daki kitapçı vitrinlerinde ve raflarında Bin Ladin'le, Taliban'la, Afganistan'la ve İslamiyetle ilgili kitaplar başköşeleri kapmış durumda. Son yıllarda vitrinlerde ve raflarda sıkça görmeye alıştığımız internet devrimiyle, dot.com patlamasıyla, "Amerikan mucizesi" ile ilgili kitapların yerini 11 Eylül sonrasında uluslararası terörle, Bin Ladin'le, "Kutsal Savaş"la ilgili yayınlar kaplamış bulunuyor.
Bunların bazıları (örneğin Ahmet Raşit'in Taliban'ı) daha önce yayımlanmış kitapların yeni basımları. Bazıları 11 Eylül sonrasında alelacele derlenmiş kitaplar, bazıları da yayımlanması öne çekilen yeni yapıtlar. Bunlar arasında özellikle yıllardan beri Afganistan'ı ve Bin Ladin'i izleyen gazetecilerin kitaplarında ilginç ayrıntılar bulunabiliyor. CNN muhabiri Peter Bergen'in "Holy War" (Kutsal Savaş) adlı kitabı da bunlardan biri.