Dört yıla yaklaşan bir ömrü olan "Soru Yorum" köşesini, deprem felaketinin ülkemizde yeni başlangıçların umutlarını da yarattığı bir ortamda kapatırken geriye dönüp bir bilanço çıkarmak ihtiyacını duydum. Dört yılda Türkiye'nin ve dünyanın nereden nereye geldiğini, bu gelişmelerin bu köşeye nasıl yansıdığını( ya da yansımadığını) hatırlatmak, bir anlamda yaptığım işin kendime göre bir hesabını vermek istedim.
1 ekim 1995'de yayımlanan ilk "Soru Yorum" köşesinde "Ankaramani mi, Ankara mani mi?", başlıklı şöyle bir bölüm de yer almış.
"Teşhis henüz konamadı, tartışma sürüyor. Kimilerine göre en vahim hastalığımız 'Ankaramani'. Bu hastalığa yakalananlar sürekli olarak Ankara ile ve politika ile uğraşıyorlar, bütün çözümleri Ankara'dan bekliyorlar, sürekli olarak bürokrasi reformundan, KİT reformundan, devletin yeniden yapılanmasından söz ediyorlar. Meclis şöyle çalışmalı, hükümet böyle davranmalı, devlet 'devlet'olmalı diye fetva veriyorlar. Ve sonra bu dediklerinin olmadığını görüp teselliyi rakı kadehinde arıyorlar.
Kimilerine göre ise asıl vahim olan hastalığın adı 'Ankara mani'. Ankara'dan umudunu kesmiş olanlar daha çok bu hastalıktan şikayetçi. Ankara'ya rağmen işini götüren, devleti ve hükümeti dikkate almadan kendi hedeflerine varmaya çalışan kesimin başlıca şikayeti Ankara'nın birçok işin sonuçlanmasına mani, yani engel olması. Bunlar da aşamadıkları engellerle karşılaştıklarında teselliyi rakı kadehinde arıyorlar.."
Böyle gitmezŞimdi deprem sonrasında ortaya çıkan tabloya bakınca dört yıl önce sorduğum sorunun ne yazık ki hala güncel olduğunu görüyorum. Seçimler sonrasında oluşan yeni hükümetin ve yeni Meclis'in yarattığı umutların da depremle sarsıldığı ortamda sivil toplumun Ankara üzerindeki etkisinin giderek artacağını düşündüren gelişmeler var. Çok farklı alanlardaki ve eğilimlerdeki yüz küsur sivil toplum kuruluşunun imzasını taşıyan bildiriyi okurken, "böyle gelmiş ama böyle gitmez", diyenlerin statükoyu, yani mevcut yapıyı sarsma umutlarının arttığı bir ortama girdik mi diye düşünerek umutlanıyorum bir kez daha.
"Soru Yorum" köşesinin dört yıllık koleksiyonuna baktığımda "böyle gelmiş, böyle gitmez", diyenlerin sözlerinin defalarca bu köşeye yansıdığını, Türkiye'nin kapsamlı bir değişimden geçmesi gerektiğinin defalarca vurgulandığını görüyorum. Değişimin gereğini vurgularken öne çıkartılan tema ise ortak bir kaygıdan kaynaklanıyor: dünyada yaşanmakta olan hızlı ve kapsamlı değişimin farkında olanlar bu değişime uyum sağlamanın kaçınılmaz olduğunu da görüyorlar.
Küresel uyum sorunuGeçen yıl daha Rusya krizi patlamadan önce, Türkiye'de krizden pek söz edilmezken yazdığım, "Alaturka modelle son fasıl mı?", başlıklı yazıda, Türkiye ekonomisindeki sorunların geçici ve konjonktürel nitelikte olmayabileceğini belirterek şöyle demişim:
"Şu andaki sıkıntıların bir bölümü konjonktürden kaynaklanmış olabilir ama aslında Türkiye'nin 'biz yaptık, oldu' anlayışıyla sağladığı başarıyı sürdürmesinin kolay olmayacağını düşündüren bir tablo var karşımızda. Günümüzün dünyasında oyunu küresel rekabetin kurallarına göre oynamayanlar, hesapsız- kitapsız iş yapanlar, biraz cehaletten kaynaklanan bir cesaretle iş kuranlar için hayat giderek zorlaşacak.
2020 yılı için çok iddialı hedefler ortaya koyan Türkiye bu gerçeği görmemekte direnir ve bugün ortaya çıkan belirtileri 'geçici sıkıntılar' olarak değerlendirirse bu hedeflerin yanına bile yaklaşamaz. 2020'lerde başarıyı yakalamak için kayıt dışı ekonomiye, bavul ticaretine, korsan üretime, kuralsız sınır ticaretine ve enflasyonla pompalanan büyümeye güveniyorsak bilelim ki halimiz dumandır, bu hedeflere varmak hayaldir.."(Milliyet, 26 temmuz 1998).
Halen yaşamakta olduğumuz ekonomik çıkmaz, geçen yıl yapılan bu saptamanın gerçek payı taşıdığını gösteriyor bence. Küresel standartlara uyum sağlamamız için gerekli olan reformları tamamlayamadığımız sürece bu çıkmazdan kurtulmamız kolay olmayacak her halde.
Asya'dan Türkiye'ye1997 ortasında başlayan "Asya krizi", küresel oyunun acımasızlığını ve bu oyunu kendi kurallarına göre oynamaya kalkışanların başına neler gelebileceğini herkese gösterdi. Bu gelişmelerin çok önemli dersler içerdiğini düşündüğüm için Asya krizine ve küresel ekonomideki gelişmelere hayli geniş yer verdim bu köşede. Birçok noktada bu gelişmeleri izlemenin bizim için de Türkiye'deki kısır politik çekişmeleri izlemekten çok daha önemli olduğunu düşündüğüm için bu yolu seçtim.
Bununla birlikte Türkiye'deki politik ve ekonomik gelişmeler tabii ki en geniş yeri aldı bu köşede. Dört yıl içinde iki genel seçim yaşadı, beş hükümet gördü Türkiye. 28 şubat süreci yaşandı. Enflasyon yüzde 100'lere kadar çıktı, yüzde 40'lara kadar indi, IMF(Uluslararası Para Fonu) ile bilmem kaç kere "umut verici" görüşmeler yapıldı, bilmem kaç kere "dolarlar geliyor", diye manşet attı kimi gazeteler.
Bu çok boyutlu gelişmeleri mümkün mertebe serinkanlı bir şekilde izlemeye ve değerlendirmeye çalıştım. Kriz gelirken bile, "bize bir şey olmaz", diyen palavracı bakanlar ve medyadaki sözcüleri yüzünden zaman zaman çileden çıktığım oldu ama pek de haksız değildim galiba.
Birkaç hafta sonra Milliyet'in başka bir sayfasında buluşmak üzere bu köşeyi yapatırken bu dört yıl içinde bu köşeyi benimle paylaşan herkese sonsuz teşekkürler. Bu süre zarfında asistanlığımı yapan sevgili Candan'a, grafikleri büyük bir özenle çizen Funda ve Naci'ye ve sayfayı yapan Atilla'ya, Mehmet'e ve Orhan'a ayrıca teşekkür ederim.
IMF ile ilginç günlere doğru
Uluslararası Para Fonu (IMF)den bir heyetin önümüzdeki hafta Türkiye'ye gelmesi bekleniyor. IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cottarelli başkanlığındaki heyetin yapacağı görüşmeler aslında daha önce yapılanların devamı niteliğinde. Sayın Uluğbay'ın görevde bulunduğu dönemde IMF ile yapılan görüşmelerde, Türkiye ile IMF arasında gerçekleşecek bir anlaşmanın önadımı olarak bu görüşmelerin yapılması kararlaştırılmıştı.
Ancak o günden bu yana önemli gelişmeler yaşandı. Kısaca hatırlarsak:
* Hikmet Uluğbay intihar girişiminde bulundu ve görevini bıraktı.
* Hükümet sosyal güvenlik yasasını çıkarmayı başardı ve diğer reformların da bunu izleyeceğini açıkladı.
* Ekonomi 1999'un ilk yarısında da küçüldü.
* Bütçedeki açık büyümeye devam ederken hükümet ekonomiyi canlandırmak için vergi cephesinde ciddi tavizler verdi.
* 17 ağustos depremi hem hükümete duyulan güveni sarstı, hem de kamu açıklarını daha da büyütecek yeni harcamaları gündeme getirdi.
Bugün gelinen noktada görünen o ki kamu açıkları daha da büyüyecek ve 1999 sonunda GSMH'nın belki de % 12'sine kadar yükselebilecek; maliyet baskılarıyla da beslenen enflasyon tırmanışını sürdürecek; 2000 yılı bütçesinde öngörülen hedefleri tutturmak da olanaksız hale gelecek. Yani bundan önceki görüşmelerde IMF'ye verilen hedeflerin hiç biri gerçekçi görünmüyor artık.
Buna karşın IMF'nin Türkiye ile bir anlaşma yapmasına çoğu kimse kesin gözüyle bakıyor. ABD yönetiminin desteğinin ve depremin de bunda etkili olacağı söyleniyor. Eğer bu gerçekleşirse IMF, kamu açıklarının büyüyeceğinin ve enflasyonun tırmanacağının tahmin edildiği bir ortamda Türkiye ile ilginç bir anlaşma yapmış olacak.
Yazara E-Posta: oulagay@milliyet.com.tr