Biz, yani ekonomiye dışardan bakıp ahkam kesenler, "kriz" sözcüğünü çok sık kullanıyoruz ama iş hayatının içindekiler, Sakıp Sabancı'nın deyimiyle "parmağı taşın altında olanlar" bu sözcüğü hiç sevmiyorlar. Krizin göbeğindeyken bile "kriz" sözcüğünü duymak çoğu işadamının hiç de hoşuna gitmiyor.
Benim algılamam doğruysa Türkiye'nin önümüzdeki dönemde alışılmamış boyutlarda bir ekonomik ve mali kriz yaşaması olasılığı artıyor. Ben bu krizi adım adım izleyerek uzun süre "can sıkıcı adam" konumunda kalmak istemiyorum ve bu nedenle krizi yazmamak niyetindeyim ama bugün, bir kez daha bağışlanmamı dileyerek, çok boyutlu bir kriz olasılığını nerden çıkardığımı anlatmaya çalışacağım.
Türkiye'de "kriz" denince çoğu kimsenin aklına özbeöz kendi imalatımız olan 1994 krizi geliyor ama bugün birçok bakımdan farklı koşullar söz konusu. 1994'de dünyada kriz yoktu oysa bugün iki boyutlu bir kriz yaşanıyor. Krizin birinci boyutu küresel ekonomiye uyumla ilgili ve Tayland'dan Rusya'ya ve Brezilya'ya kadar pek çok ülke bu uyum krizini farklı boyutlarıyla yaşarken ağır bedeller ödemek zorunda kalıyor. Küresel krizin ikici boyutu ise dünya çapında bir ekonomik durgunluk hatta daralma tehlikesini gündeme getiriyor. OECD'nin kötümser senaryosuna göre 1999'da ABD ekonomisinin % 0.4, Japonya'nın % 2 küçülmesi, Avrupa Birliği(AB)deki büyümenin de % 1'in altında kalması söz konusu.
Bu ortamda Türkiye gibi ülkelerin dünyada pazar ve para bulma şanslarının olumsuz etkileneceği ortada. Bu arada krizin ilk dalgasında büyük darbe yiyen ve paraları büyük ölçüde devalüe olan bazı Asya ülkelerinin firmalarının da asıl bundan sonra, bilenmiş rekabet güçleriyle firmalarımıza rakip olmaları olası.
Türkiye küresel ekonomiye uyum sürecini bugüne dek ertelemeyi başardı, 1980'lerin başından bu yana geliştirdiği kendine özgü bir model içinde enflasyonla büyümeyi bağdaştırabildi. Bu modelin özellikleri arasında bulunan (1) Kayıt dışı ekonominin genişlemesi; (2) Kara paranın sistemle içli dışlı olması; (3) Banka sistemimin yeterli şeffaflığa ve denetim düzenine sahip olmaması; (4) Devlet - özel sektör ilişkilerinde Türk tipi eşdost kapitalizminin ortaya çıkması; (5) Öncelikle ucuz emeğe ve yer yer çocukların çalıştırılmasına dayanan rekabet gücü; ve (6) Büyük kamu açıklarıyla beslenen makroistikrarsızlık, küresel ekonominin aradığı koşullarla bağdaşmayan özellikler.
Türkiye'nin bu özellikleri koruyarak küresel ekonomiye uyum sağlaması olanaksız. Başka bir ifadeyle Türkiye 1980'lerde rahmetli Turgut Özal tarafından biçimlendirilen modeli artık aşmak ve bunun içinde ciddi bir yapısal değişim yaşamak zorunda. Ne var ki diğer ülkelerin deneylerinin de gösterdiği gibi, bu tür büyük değişimler ancak zor altında ve büyük bedeller ödenerek gerçekleşebiliyor. Mevcut yapı, ciddi bir kriz sonucunda değişim kaçınılmaz hale gelene dek değişime direniyor ve değişim ancak kapsamlı bir altüslükte gerçekleşebiliyor.
Türkiye'nin 2000'li yıllara farklı bir yapıyla girmesi gerekiyor ve son aylarda yaşamakta olduğumuz olaylar, yapısal değişimi daha fazla ertelemenin kolay olmadığını düşündürüyor. Kapsamlı bir değişimin kuşkusuz hatırı sayılır bir bedeli var ve şu anda bu bedeli daha da ağırlaştırabilecek iki ek sornnla karşı karşıya Türkiye. Birincisi, küresel kriz ortamında bu değişimi gerçekleştirmek daha da zor. İkincisi, Türkiye'nin böyle bir değişimi yönetecek istikrarlı bir siyasi iktidara kavuşması kolay görünmüyor.
Bu üç boyutun çakışması bize zor günler yaşatabilir. "Kriz" sözcüğünü sevmeyenlere, yani parmağı taşın altında olanlara çok iş düşecek her halde.