Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Neredeyse son nefeslerine kadar koltuklarını korumak isteyen siyasi liderlerimizin hüzün verici hallerine baktıkça, siyasetin benim anlayamadığım bir büyüsü, bir vazgeçilmezliği olduğunu düşünürüm hep. Şimdi yerini korumaya çalışan liderlerin yanı sıra, Türkiye’de siyasete giren ve girmeye heveslenenlerin çokluğuna ve çeşitliliğine baktıkça gene aynı şeyler geliyor aklıma.
Bugün Türkiye’de siyaset yapmaya heves edenler iki büyük sınırlamayla karşı karşıya. Bir kere pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ulusal siyasetin manevra alanı fevkalade daralmış durumda. Dış politikadan ekonomi politikasına kadar pek çok alanda küresel düzenin empoze ettiği sınırlamaların dışına çıkmak fevkalade zor bugünün dünyasında. Örneğin bugün IMF’ye atıp tutan partilerden birinin şansı yaver gitse ve bu parti yarın iktidar ortağı haline gelebilse derhal bugünkü palavralarından çarketmek zorunda kalır.
İkincisi, Prof. Yılmaz Esmer’in yönetiminde gerçekleştirilen Türkiye Değerler Araştırması’nın sonuçları, ülkemizde siyasal kurumlara güvenmeyenlerin oranının 2001 yılında yeni bir sıçrama yaptığını ortaya koyuyor. Özellikle de siyasal partilere güvenmeyenlerin oranı % 66’ya sıçramış. Bu ortamda siyasete heves etmenin gerçekten cesaret gerektirdiği açık.
Bu iki sınırlama ışığın nerede bulunabileceğini de gösteriyor belki de: Dış dünyanın getirdiği sınırlamaları iyi anlayan ve toplumdaki güvensizliği kırabilen birinin şansı olabilir belki siyaset sahnemizde.

Başbakan Ecevit’in ikinci kez hastaneye yatmasından iki gün önce, sadece saçımı kestirmek için 19 yıllık berberim Kemal’in koltuğuna oturduğumda kafamın içi de sorularla doluydu. Ayşe Arman’ın ismi bize lazım olmayan sevgilisini yolcu etmek niyetiyle havaalanına doğru yola çıkıp aşkın marifetiyle nasıl son anda onunla birlikte Londra’ya uçtuğunu, Meral Tamer’in hangi kaygı ve duygularla Avrupa’dan Asya’ya taşındığını, Ertuğrul Özkök’ün nasıl "Monica Vitti sendromu" yaşadığını düşünüyordum sürekli olarak. Biraz sonra saçlarım kesilmiş olacak ama beni kafamı sürekli meşgul eden o büyük soruya götüren bu küçük sorular orada, kafamın içinde kalacaktı. Ve ben o büyük soruyu kendime sormaya devam edecektim: Neden ben de bazı köşe yazarları gibi olamıyor, yaşadıklarımı hatta hissettiklerimi yazamıyordum? Neyim eksikti benim?

Şeffaflaşan yazarlar
Kemal’in makası kafamda şakşaklayıp dururken, Ecevit’ten sonra ne olacak bu memleketin hali diye düşüneceğime, kendini yazamayan bir gazete yazarı olarak halimin ne olacağını düşünüyordum. Ülkemizde banka sistemi şeffaflaşamadan köşe yazarlarımızın yaşamları şeffaflaşmıştı sanki. Bildiğim kadarıyla IMF’nin talimatı olmadan, kendiliğinden gerçekleşen bu şeffaflaşma sayesinde bazı köşe yazarlarımızın neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini, bazen en ince ayrıntılara kadar öğrenebiliyorduk. Okurların da bu tür yazılara daha çok ilgi gösterdiği ve tepki verdiği belirtiliyordu. Benim de bir şeyler yaparak kendimden, özel hayatımdan, kendime sakladığım mahremiyetlerden söz etmeyi öğrenmem gerekiyordu ama nereden başlayacağımı bilemiyordum. Toplumda, ekonomide, banka sisteminde şeffaflaşmayı savunduğum halde kendim neden bunu başaramıyordum?

Kemal’in rüyası
Tam ben bunları düşünürken, yıllardır bir türlü kendi dükkanına sahip olamayan ve son yıllarda sürekli dükkan değiştirerek beni de Nişantaşı’ndan Maçka’ya, Maçka’dan Alkent’e, Alkent’ten Teşvikiye’ye sürükleyen berber Kemal, son günlerde işlerin bıçak gibi kesildiğini anlatıyordu. Ona göre bunun nedeni, dövizin ve faizin gene oynamaya başlamasıydı. Döviz ve faiz oynamaya başlayınca herkes parasını nereden alıp nereye koyacağını düşündüğü ve bununla ilgili işlemlerle uğraştığı için berbere gitmeye fırsat bulamıyordu.
Eh bu da, her gün yeni bir bilimsel keşifte bulunarak ekonominin ve piyasaların yönü hakkında bizi aydınlatan(!) uzmanların açıklamaları kadar güvenilir bir açıklamaydı bence. Berber Kemal de son günlerdeki müşteri azlığını açıklamak için kendine göre bir açıklama tarzı bulmuştu.
Ben bu açıklamayı kayda değer bulmakla birlikte benim asıl sorunumu çözmeyeceğini, kendimden söz etme fırsatını yaratmayacağını düşünürken Kemal bu kez, gece gördüğü rüyayı anlatmaya başladı. Rüya bu ya, Ecevit ailesi Kemaller’e ziyarete gelmişti ve Kemal de onlara tabii ki çay ikram etmeye koyulmuştu. Bülent Ecevit çayına limon koymak isteyince de Kemal, kendi buluşu olan limon sıkacağıyla sıktığı limonu Ecevit’in önüne koyuvermişti. Bir zamanlar Ecevit gibi politikacı olan Erdal İnönü’nün kulakları çınlasın, bu gerçekten suyu son zerresine kadar sıkılmış bir limondu ve Ecevit de Kemal’in buluşu olan limon sıkacağını çok beğenmiş, hemen patentini almasını söylemişti ona.

Kemal’in vizyonu
Bu ilginç rüyayı duyunca içimi birden bir sevinç kapladı, ben de bu haftaki yazımda Kemal’in bu Ecevit’li rüyasını anlatarak kendimden söz edebilirdim. Kemal ise, sanki hayatımdaki yeni rolünü kavramış, bu kez de "sayısalödan yüklü bir para kazanması halinde gerçekleştireceği hayali projeyi anlatmaya başlamıştı.
"Sayısalödan kazanacağı parayla her türlü konfora sahip bir midibüs alıp bunu gayet lüks bir berber salonuna dönüştürmekti Kemal’in hayali. Uzman berber Kemal’in müşteri ilişkileri sorumlusu, bu lüks midibüs içinde tıraş olmak isteyen seçkin müşterilerle önceden temasa geçerek randevuları belirleyecek ve Kemal bir program dahilinde lüks midibüsüyle onların bulunduğu yere giderek benzersiz hizmetini sunacak ve karşılığını alacaktı.
İnsanlarımızdaki ekonomik analiz yapma rahatlığını, düş kurma gücünü ve yaratıcılık potansiyelini sergileyen berberim Kemal, iznini almadan bunları aktardığım için umarım beni bağışlar ama ne yapayım? Kemal olmasaydı bu hafta da kendimden söz edemeyecek, küresel sorunlarla başınızı ağrıtmaya devam edecektim.
(Not: Bu yazıdaki karakterler yaşayan kişiler olup anlatılanlar da benim uydurmam değildir. Kemal adı da berberimin gerçek adı olup herhangi bir başka Kemal’le ilgili imalar içermemektedir.)

Yazın klasik müzik meraklılarının tapınağı haline gelen Aya İrini’de sezon dün başlayan "Mozart Günleri" ile açıldı. Ülker firmasının desteklediği "Mozart Günleri"nde Capella İstropolitana ve bazı diğer gruplar dahi bestecinin yapıtlarını seslendirecek. 8 Haziran’da başlayacak olan 30. İstanbul Klasik Müzik Festivali’nde ise Türk icracılarının ve ünlü soprano Kiri Te Kanawa’nın yanı sıra Gidon Kremer ve Kremerata Musica grubunu, Ton Koopman şefliğindeki Asterdam Barok Orkestra ve Korosu’nu, kemancı Vladimir Repin’e eşlik edecek olan Londra Filarmoni Orkestrası’nı, çellist Steven Isserlis ile birlikte Academy of Ancient Music grubunu, kemancı Shlomo Mintz’i, Venedik Solistleri’ni, piyanist Lars Vogt’a eşlik edecek olan Nevil Marriner yönetimindeki Camerata Salzburg orkestrasını ve Les Arts Florissants orkestrasını 1500 yıllık o büyülü mekanda dinlemek olanağını bulacağız. Her iki etkinlik için de Biletix’e (0216 - 454 15 55’e) başvurabilirsiniz.