Halkımıza "en fazla güven duyduğunuz meslekleri sıralayın" dendiğinde her nedense(!) en alt sıraya hep siyasetçiler ya da milletvekilleri konuyor. Halkın benzersiz güvenine mazhar olan(!) milletvekillerimiz her şeye karşın itibarlarını koruma konusunda ise fevkalade duyarlı oluyorlar bazen. Geçen hafta Devlet Bakanı Derviş, "iyi yönetişim" konusunda bir konuşma yaparken, zor durumdaki şirketlere kredi desteği verilmesi için kendisini arayan milletvekilleri olduğunu açıklayınca, buna alınan milletvekilleri kıyameti koparmışlar. Meclis dışından ve de üstelik ülke dışından gelip Türkiye ekonomisini kurtarmaya soyunan birinin onlara "iyi yönetişim" dersi vermesi fena halde tepelerini attırmış.
Doğrusu haklılar, Derviş hiç asılsız bir suçlamada bulunmuş, düpedüz iftira etmiş(!) Sayın milletvekillerine. Ben yirmi küsur yıldır ekonomiyi izlemeye çalışırım bu ülkede, bugüne dek hiçbir milletvekilinin kredi işi için sorumlu bakana ya da kamu bankası genel müdürüne telefon ettiğini duymadım, görmedim. Böyle telefonlar gelmiş olsa bile bakanlığını bilip işin bir kolayını bulmak varken, "milletvekilleri iltimas için bana telefon ediyor" diye yakınan bakana da galiba hiç rastlamadım.
İnandınız değil mi? Türkiye hala birilerini kandırabildiklerini sananların aslında kendini kandırdığı, toptan samimiyetsiz bir ülke mi oldu acaba?
Renkli kişiliği, sözünü esirgemeyen tavrı, dobra üslubu ve ilgi alanının genişliğiyle hiç kuşkusuz medyamızın en popüler simalarından biri Hıncal Uluç. İlgi alanlarımız zaman zaman çakışır, örneğin topu topu on izleyicinin bulunduğu bir sinema salonunda karşılaşırız bazen Hıncal’la, ama beğeni ölçülerimiz hayli farklıdır, onun beğendiği bir filmi beğenme olasılığım % 10’u geçmez. Ancak zaman zaman da benzer tepkiler duyarız ve o tepkisini benim başarabileceğimden çok daha vurucu biçimde ifade ederek beni de rahatlatmış olur.
"Felaket tellalları"
Hemen her konuda keskin tavır almayı seven Hıncal (böylesi bana daha doğal geldiği için hoşgörüsüne sığınarak ilk adıyla anmaya devam edeceğim kendisini) bunun bir örneğini de geçen hafta Zülfü Livaneli’nin "İyi haberler verelim ama" başlıklı yazısına (Sabah, 30 Ekim 2001) karşı yazdığı cevap yazısında (Sabah, 31 Ekim 2001) sergiledi. Yaşamakta olduğumuz krizin geçici nitelikte olmadığını ve köklü nedenleri bulunduğunu belirterek "lumpenlerin egemenliğine girmiş olan Türkiye’nin" bu krizi kolay aşamayacağını ileri süren Livaneli’ye karşı Hıncal, "bu kriz asla kalıcı olmaz ya, kalıcı izlenimi verecek kadar uzarsa bunun sorumlusu işte böyle felaket tellallığı yapan köşe yazılarıdır", diye yazdı. Hıncal’a göre yaşadığımız bütün sıkıntıların bir numaralı sorumlusu "felaket tellalları" idi, "bu ülkede üç ay köşe yazısı yazılmasın, üç ay ekonomi sayfası yapılmasın krizin sonu görünür, dolar 1 milyon civarına iner" diyordu.
Zülfü, Hıncal’a cevap veren birkaç ilginç yazı daha yazdı ondan sonra (Sabah, 1 - 3 Kasım 2001) ve yaşadığımız krizin geçici nitelikte olmadığı yolundaki iddiasını sürdürerek bunun gerekçelerini de sıraladı. Livaneli, benim de değinmek istediğim birçok noktaya değindi bu yazılarda ama benim Hıncal’ın "felaket tellalı" diye nitelediği gruptan biri olarak onun iddialarını cevaplama hevesimi kıramadı.
Hemen belirteyim ki benim derdim Hıncal’a haddini bildirmek falan değil, baştan beri ifade etmeye çalıştığım gibi, kişi olarak da hiçbir sorunum yok onunla. Benim derdim, bizim sorunlarımızın, sıkıntılarımızın temelinde Hıncal’ın temsil ettiği anlayışın, sakat düşünce tarzının yattığını göstermek. Türkiye bugün onun "felaket tellalı" dediği kişilerin yıllardan beri yaptığı uyarılara biraz olsun kulak verseydi, "tele - vole" hikayelerine ayırdığı vaktin onda birini ciddi durum değerlendirmeleri yapmak için harcasaydı bugün bu noktada olmazdık, böylesi bir krizi yaşamazdık.
Tele - vole kurbanıyız
Popüler olmakla övünen herkes alınmasın ama Türkiye baş tacı ettiği, sözüne kulak verdiği, peşinden gittiği kişileri çoğu kez tele - vole ölçüleriyle belirlediği için güle oynaya krizlere sürüklendi. Krize girince de Hıncal’ın önerdiği gibi moral pompalayarak bu işin içinden sıyrılabileceğini zannetti ve kendini aldattı.
Biz aslında 1990’ların başından beri varlığı bilinen ekonomik sorunlarımızı çözemediğimiz için, dünyadaki gelişmenin dışında kaldığımız için, değişim gereğini kabul etmediğimiz için sürekli bir kriz yaşıyoruz ama arada bir rahatlama anı yakalarsak hemen "atlattık bu işi" deyip kendimizi avutuyoruz.
On yılı kaybettik
1990’dan bu yana dört kez ciddi küçülme yaşayan, kişi başına milli geliri 1990’da 2.700 dolardan 2001’de 2.200 dolara gerileyen, buna karşılık borcu katlanan bir ülkedeki krizin "geçici" olduğunu söylemek için Hıncal Uluç ya da Süleyman Demirel olmak gerekiyor her halde.
Hıncal’ın "bugünkü durumun tek sorumlusu mevcut hükümet değil", saptamasına tamamen katılıyorum ve 1991’de yeniden başbakan olan Sayın Demirel’in daha büyük sorumluluk taşıdığını düşünüyorum. Ne var ki Hıncal, "Bu ülkenin tüm sanayi tesisleri yerinde durmuyor mu, tarımı, turizmi öldü mü?" mantığıyla bu krizin geçici olduğunu kanıtlamaya çalıştığında, eleştirdiği Demirel’le tam aynı çizgide buluşuyor. O da, tıpkı Demirel gibi, halka moral vererek birkaç ayda bu krizden çıkılabileceğini düşünüyor.
Demirel çizgisi
Üzgünüm dostum ama bugünün dünyasında bir ülkenin fabrikalarının, tarlalarının, otellerinin yerli yerinde durması hiçbir şey ifade etmiyor, o ülkenin ekonomik gelişmesinin ölçütü olamıyor. Fabrikanda tarlanda dünya pazarlarında rekabet edecek şartlarda üretim yapamıyorsan, 21. yüzyılın belirleyici gücü olan insan sermayesi geliştirmede yaya kalıyorsan, bilim ve teknolojide atılım yapamıyorsan, devletini yolsuzluktan kurtaramıyorsan gerisi boş. Moral pompalayarak sağlanan geçici ferahlamalara da karnımız tok artık. Şipşak çözümlere meraklı tele - vole anlayışından kurtulmadıkça daha çok krizler yaşarız biz.
Tansu Çiller, bizi Gümrük Birliği’ne sokmakla övünedursun Türkiye, Avrupa Ortak Pazarı ile Gümrük Birliği’ne, Sayın Çiller daha lisedeyken, 1962 yılında kabul edilmiş. 25 Temmuz 1962 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan Brüksel kaynaklı haberin başlığı "Türkiye Gümrük Birliği’ne alındı" şeklinde. Habere göre "altıların bir sözcüsü, Avrupa Müşterek Pazar Bakanlar Konseyi’nin Türkiye ile Gümrük Birliği kurmaya karar verdiğini" bildirmiş. Bu alıntının da yer aldığı "Artık Herkes Milyoner" derlemesi Türkiye’nin son 50 yılına damgasını vuran ekonomik ve toplumsal gelişmelerin ilginç bir panoraması. Ercan Kumcu ile Şevket Pamuk’un yönetiminde bir ekip tarafından Hürriyet gazetesinin 50 yıllık koleksiyonu taranarak hazırlanan kitaptan öğrendiğime göre Boğaz köprüsü projesi 1952’de ortaya atılmış, "ucuzluk kralı" diye anılan "Migros teşkilatının kurucusu Duttweiler 1954’te İstanbul’a gelmiş, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1954 yılında "Türkiye 30 seneden evvel Amerika olacak" demiş, Mayıs 1959’da Türkiye’nin toplam dış borcunun 400 milyon dolara çıktığı açıklanmış. Meraklısı için bulunmaz bir kaynak.