Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


İşadamı İnan Kıraç, tüm işadamlarına bir çağrıda bulunarak, "önce siyaseti düzeltin, çocuklarınızın birini değil, ikisini birden Ankara'ya gönderin", demiş. Büyük bir holdingimizin üst düzey yöneticisi olan bir dostum da geçenlerde, şakayla karışık şu öneriyi dile getirmişti: "Meclis yenilensin, iş alemi 500 - 600 milyon doları gözden çıkartsın ve her milletvekilinin bir sponsoru olsun. Böyle bir siyasi kadroyla tüm sorunları aşarız."
İş aleminin bilfiil siyasete soyunmasının ya da siyasilerin sponsoru haline gelmesinin siyasetteki tıkanmayı aşmaya yeteceğini düşünmek olayı fazlaca basite indirgemek oluyor bence ama işadamlarımızın siyasetin ve devlet yönetiminin önemini vurgulamaya başlamaları gene de önemsenecek bir gelişme.

Kriz ve devlet
1980'lerden sonra hayli revaçta olan "piyasa her şeydir, devlet ve siyaset olmasa da olur" anlayışının sığlığı kriz ortamlarında daha iyi anlaşılıyor. ABD'de Cumhuriyetçi yönetim, inandığı ilkelere taban tabana zıt önlemleri peşpeşe almak zorunda kalıyor; zordaki sektörlere bol keseden devlet desteği veriliyor, kamu harcamaları artırılıyor, havaalanlarının güvenliği devlet denetimine alınıyor, mali sektörde kamu denetimi artırılıyor.
Türkiye'nin de içine düştüğü krizi aşmak için siyasette ve devlet yönetiminde atılıma ihtiyacı var. Ülkenin ve ekonominin geleceğiyle ilgili stratejik kararların alınmasında ve uygulama aşamasında etkili bir hükümete ve ondan güç alan bir bürokrasiye sahip olmadığımız için bocalamaya devam ediyoruz.

Türkiye'yi 19 Şubat'ta yaşanan benzeri görülmemiş olayla krize sürükleyen hükümetin hemen ertesi gün istifa etmesi belki de en doğru davranış biçimi olurdu. Krize yol açmış olmanın ezikliğini taşımayan bir hükümetin ekonomide güven sağlaması daha kolay olabilirdi, olmadı. Başbakan Ecevit'in köşeye sıkışmış kurt politikacı refleksiyle Kemal Derviş'i bulup getirmesi hükümete zaman kazandırdı. Kemal Derviş'in içerde ve dışarda yaratmayı başardığı olumlu beklentiler, Derviş yamalı hükümetle bu krizden çıkılabileceği umudunu yarattı. Başta TÜSİAD olmak üzere iş aleminin etkili bölümü de bu umudu paylaştı.
Bu ortamda Derviş'in adeta bir "kurtarıcı" gibi devreye girmesiyle gündeme gelen ve IMF'nin de hatırı sayılır bir mali kaynak sağlayarak desteklediği "ekonomiyi güçlendirme programı" ile: (1) Döviz kurlarının yaşanan büyük devalüasyon sonrasında geldiği düzeyde makul salınımlar yaparak istikrar kazanacağı, (2) Faizlerin düşeceği, (3) İç borcun sorun çıkmadan çevrilebileceği, (4) 2001 yılının ikinci yarısında ekonominin yeniden büyüme rayına oturacağı ve (5) Bu süreç içinde enflasyonun da kontrol altında tutulacağı umuldu. Yılın sonuna doğru da "enflasyon hedeflemesi"ne geçilmesi öngörülüyordu.

Gerçekleşmeyen umutlar
Bu öngörülerin gerçekleşmesi her şeyden önce, ülkeyi kasım ve şubat krizlerine sürükleyen ve "Derviş aşısı" ile ayakta duran hükümetin yeni zikzaklar çizmemesine, içerde ve dışarda güven ortamını yaratmasına bağlıydı. Ne yazık ki bu sağlanamadı, son fırsat da kaçırıldı. Şimdi gelinen noktada Derviş'in devreye girdiği günlerde yeşeren umutların hemen hiçbirinin gerçekleşmediği görülüyor. Kurların geleceği konusundaki belirsizlik sürüyor, "dalgalı kur"un yararına inananlar azınlıkta kalıyor. Reel ekonomide canlanma şöyle dursun, dayanma gücünün sınırına gelen firma sayısı artıyor. Faizler direniyor, iç borç şimdilik çevriliyor ama bu gidişle onun da zorlaşacağı görülüyor. Hükümete ve IMF'ye duyulan güven giderek azalıyor.
Bu durumda yeni arayışların gündeme gelmesi de kaçınılmaz oluyor. Kendi işlerindeki çıkmazın derinleştiğini gören işadamlarının ve onların örgütlerinin kendilerini kurtaracak çözüm arayışlarını gündeme getirmeleri aslında doğal. Ayrıca reel ekonomideki çöküşü önlemeden ve küçülmeyi durdurmadan Türkiye'nin mevcut programı uygulaması ve borcunu çevirebilmesi de kolay değil. Bu nedenle birinci önceliği büyümeye değil faiz dışı bütçe fazlasına ve mali disiplinin sağlanmasına veren mevcut politikalara bir seçenek arayışının gündeme gelmesi de anlaşılabilir bir şey.
Ne var ki bugün gelinen noktada ve 11 Eylül'den sonra daha da ağırlaşan dünya koşullarında Türkiye'nin önündeki ekonomi politikası seçenekleri hiç de fazla değil. Atılacak her yeni adımın, ekonomiye yapılacak her "doping"in yan etkilerinin daha da olumsuz sonuçlar yaratması olası.

Seçenek var mı?
Ekonomide seçenek arayışına girerken öncelikle şu noktaların hesaba katılmasında yarar var:
• Dünyanın bugünkü konjonktüründe Türkiye'nin özel dış kaynak bulma ve piyasalarda borçlanma şansı hayli sınırlı, büyük ölçüde IMF ve Dünya Bankası kaynaklarına bağımlı durumdayız. Bu yılın geri kalan bölümünde ve özellikle 2002 yılında ağır borç servisi yapma durumunda olan Türkiye'nin bu kuruluşlarla ilişkisini koparma lüksü yok gibi.
• Türkiye IMF, Dünya Bankası ve onları yakından etkileyen ABD Hazinesi ile ipleri koparmak istemiyorsa maliye politikalarında bir gevşemeyi ancak bu kuruluşlarla mutabık kalarak yapabilir ve bu da çok zor.
• Dış açıkta beklenen olumlu gelişmeler, ihracat artışı ve turizm atılımı, dünyadaki son gelişmelerle darbe yiyebilir. Bu ortamda iç pazarı canlandırmanın dış açığa yapacağı olumsuz etki durumu daha da zorlaştırabilir.
• Türkiye'nin mevcut reel sektör yapısı korunarak iç pazarın canlandırılması enflasyonu azdırabilir ve yeniden yapılanmanın ertelenmesine yol açar. Bu ortamda faizlerde ve kurlarda istikrar umudu daha da azalır.

Çözüm nerede?
Bu noktada ister istemez şu soru akla geliyor: Birçok sakıncaları bulunan politika değişikliklerini düşüneceğimize asıl sorun olan "güven açığı"nı kapatacak siyasi çözümü düşünmemiz daha mı anlamlı olur acaba? Bunun nasıl gerçekleşeceğini de kimse bilmiyor galiba ama "güven açığı"nı kapatmadan ekonominin sorunlarını çözmek de pek mümkün görünmüyor.

Dünyayı izleme, yaşamı, bilgiyi, sanatı paylaşma olanaklarının benzeri görülmemiş ölçüde arttığı bir dünyada yaşarken tanık olduğumuz krizlerin temelinde, bu paylaşımın engellenmesi mi yatıyor acaba? Dünyadaki insanların büyük bölümünün küresel yaşama katılımının hala mümkün olmaması mı doğuruyor, acı sonuçlarını yaşamakta olduğumuz gerilimi?
7. İstanbul Bienali'nin Aya İrini ve Darphane'deki bölümlerini gezerken bu tür sorular geçti kafamdan. Bu özgün mekanlarda sergilenen yapıtların çoğunda izleyicinin katılımına bir çağrı var adeta. İzleyiciyi sanatçıyla ve yapıtıyla buluşmaya, iç içe bulunmaya, bir şeyleri paylaşmayla iten bir çağrı. Bu çağrıya cevap vermek isterseniz katılın Bienal’e.