Osman ULAGAY
Gündemin ansızın değişebildiği, toplumların ani tepkiler verebildiği karmaşık bir dünyada yarın hangi şokların yaşanacağını kim bilebilir
Prenses Diana'nın ani ölümü sonrasında yaşanan tepki ve ilgi patlamasının çoğu kimseyi şaşırması beni biraz olsun rahatlattı. Demek ki ölümünden sonra Prenses'e gösterilen ilginin boyutları yalnızca benim gibiler, yani on gün öncesine kadar Diana ile hiç ilgilenmemiş olanlar için değil, onu yakından izleyenler için de bir sürpriz niteliği taşıyordu.
İngiltere'de ve dünyada milyonlarca kişiyi aynı frekansta buluşturan bu ilginç toplumsal olaya ilişkin yorumlar sürüyor, her gün yeni teoriler üretiliyor ama bunların hiç biri olayı tam olarak açıklayamıyor.
Belki de günümüzün dünyasında böyle bir açıklamanın peşinde koşmak da doğru değil çünkü bu karmaşık dünyada olup biteni açıklamak çok zorlaşmış görünüyor. Bazen, Diana olayında olduğu gibi, beklenmedik bir olay beklenmedik boyutta tepkiler yaratabiliyor, iletişim olanaklarının da yardımıyla dünyanın gündemi bir anda değişebiliyor. Hızlı bir değişim içindeki dünyada yerini korumaya ya da kendini bulmaya çalışan farklı kesimlerden insanlar, önceden kestirilemeyecek bir noktada ve anda bir olay etrafında şaşırtıcı biçimde buluşabiliyor. Oluşum halindeyken fazla dikkati çekmeyen birikimler bir anda şaşırtıcı bir sıçramayla bir toplumsal dalga yaratabiliyor.
Acaba diyorum, 1989'da Berlin duvarının yıkılışıyla sonuçlanan olaylar, bu tür birikimlerin ve önceden kestirilemeyen sıçramaların artık hesaba katılması gerektiğini gösteren bir simge, bir işaret miydi? Artık önceden kolay tahmin edilemeyen gelişmelerin daha sık yaşanabileceği bir ortam mı doğmuştu? Bu dünyada daha önceki dönemin yöntemleriyle tahminler yürütmenin, geleceğe yönelik projeksyonlar yapmanın anlamı azalıyor muydu? Belirsizlik faktörü giderek artan bir önem mi kazanıyordu? Böyle bir dünyada her an yeni süprizlere, yeni şoklara hazır olmak mı gerekiyordu ?
Önem derecesi birbirinden çok farklı birkaç örneği peşpeşe sıralarsak, Berlin duvarının bir anda yıkılacağını ve "sosyalist blok"un kısa sürede çökeceğini hemen hiç kimse önceden tahmin edemedi. Ekonomik reformların çoğunu gerçekleştirmiş bulunan Meksika'nın 1994 sonunda birdenbire büyük bir mali krize sürüklenmesi çoğu gözlemciyi şaşırttı, ABD yönetimini paniğe sürükledi. 1997'de Tony Blair'in yeni bir kimlikle seçime soktuğu İngiltere İşçi Partisi'nin kazandığı zaferin boyutları şaşırtıcıydı. Fransa'da dört yıl önceki seçimlerde ağır bir hezimete uğrayan ve "kolay toparlanamaz" denen Sosyalistlerin erken seçimlerdeki beklenmedik zaferi de çoğu kimseyi şaşırttı. Son aylarda, ekonomik performansları yere göğe konamayan "Asya kaplanları"nın başına gelenler şaşkınlık yarattı, Prenses Diana'nın ölümü sonrasında ortaya çıkan tepkinin boyutları tüm tahminlerin ötesine geçti.
Bu örneklerde dikkati çeken iki olgudan söz edilebilir. Birincisi, gidişattan hoşnut olmayan toplum kesimlerinin tepkilerinin, tepki birikimlerinin aniden ortaya çıkabilmesi ve günümüzün iletişim olanaklarıyla bir anda yaygın bir nitelik kazanarak etkili olabilmesi. İkincisi, her gün trilyon doların üzerinde bir işlem hacminin gerçekleştiği uluslararası finans piyasalarında beliren eğilimlerin ve sermaye hareketlerinin hedef seçilen ülkelerin ekonomik geleceğini bir anda değiştirebilmesi.
Paralarını ABD dolarına bağladıkları için dolar güçlenirken rekabet gücü kaybına uğrayan ve hesapsızlık derecesine varacak ölçüde iddialı yatırım politikalarıyla kendilerini zora sokan "Asya Kaplanları"nın ergeç bir fren yapmaya zorlanacaklarını tahmin edenler yok değildi ama böylesine ani bir şok yaşanması pek beklenmiyordu. Söz konusu ülkelere akmış olan kısa vadeli para ve portföy sermayesi devalüasyon beklentisiyle hızla geri çekilince olan oldu, Tayland, Malezya, Endonezya ve Filipinler'de borsa endeksleri çöktü, ülke paraları hızlı değer kaybına uğradı. Şimdi bu ülkelerin iddialı yatırım ve büyüme hızı hedeflerini hızla aşağı çekmesi gündemde.
Bu olay kimilerinin sandığı gibi "Asya modeli"nin çöktüğünü, "Asya Kaplanları"nın bittiğini falan göstermiyor ama günümüzün dünyasında en başarılı görünen modellerin başarısının bile pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteriyor. Bugün ekonominin yönetiminde ya da politikada yapılan sıradan hatalar bile bazen büyük çöküşlere, büyük çalkantılara yol açabiliyor. Böyle bir dünyada kimsenin, hiç bir ülkenin ya da kuruluşun, "eh artık düzlüğe çıktık, ayağımızı uzatıp rahatımıza bakabiliriz", deme lüksü yok; toplum kesimleri arasındaki uçurumların giderek büyüdüğü, ikili bir toplum yapısının oluştuğu toplumlardaki aldatıcı sükunet görünümüne bakarak "ben bildiğimi yaparım", deme lüksü yok. Bu tür davranışları sergileyenler her an her yerde yeni şokları yaşayabilirler. Bu şokların nerede, ne zaman, ne şekilde yaşanacağını kestirmek hiç kolay değil ama riskli ekonomi politikaları izleyen ülkeleri ve son yıllarda çok hızlı bir tırmanış yaşamış olan gelişmiş ülkelerin hisse senedi borsalarını yakından izlemekte yarar var.
Refah - Yol hükümetinin son döneminde "irtica tehdidi" gündemine hapsolan Türkiye'nin Yılmaz hükümetiyle biraz farklı bir gündeme sıçrayabileceği umuduna kapılmak için henüz erken galiba. Dünkü gazetelerde yer alan haberlere göre Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komuta kademesi, Yılmaz hükümetinden umduğunu bulamamanın sıkıntısını yaşıyormuş ve "irtica tehdidi"nin önlenmesi için yeni yasal düzenlemelerin yapılmasını istiyormuş. Hürriyet'teki habere göre Başbakan Yılmaz, bu istekleri kendisine ileten askeri heyete verdiği cevapta, "Toplumsal gerginlik had safhada. Şişenin kapağını zor kapattık. Biraz daha zorlarsak tazyik şişeyi altından patlatır", demiş.
Bu diyalog tam böyle mi geçti bilmiyorum ama toplumdaki eğilimleri kendine göre yorumlayan ve hoşlanmadığı tepki birikimlerini hiçe sayan bir anlayışla topluma ve hükümetlere önlem empoze edenler gerçekten varsa, bu anlayışın kime yarar sağlayacağını doğrusu merak ediyorum.
Başlıktaki soru çok klasik, bakalım vereceğimiz cevap ta öyle mi olacak.
Yazıya esin kaynağı olan grafiği, ekonomik verilerden anlamlı sonuçlar çıkarabilmek için sürekli fikir jimnastiği yapan dostum Dr. Ekrem Keskin üretmiş. Grafik şunu anlatıyor: Türkiye, devalüasyon oranını enflasyonun altında tutarak dıştan bol miktarda kaynak sağlayabildiği dönemlerde ekonomisini hızlı büyütebiliyor, özellikle de GSMH(Gayri Safi Milli Hasıla) dolar bazında hesaplandığında büyüme hızı çok daha yüksek görünüyor. Bu dönemlerde halkın satınalma gücü arttığı için iktidardan memnuniyet de artıyor.
Ancak Türkiye bunu sürdüremiyor ve Körfez Krizi ya da 1994 krizi gibi episodlarla büyüme eğrileri inişe geçiyor. GSMH büyüme eğrisinin inişe geçtiği noktalarda iktidarın popülaritesi de düşüyor. 1991 sonunda ANAP'ın yaptığı gibi böyle bir noktada seçime giden iktidar bundan zararlı çıkabiliyor.
Şimdi gelinen noktada, sözgelimi bir yıl içinde seçim olabileceğini hesaba katan bugünkü iktidarın politik açıdan yapması gereken şey, kurdaki artışı frenleyerek dıştan kaynak girişine yüklenmek ve özellikle dolar bazında büyümeyi hızlandırmak, yani grafiğin gölgeli bölümünü oluşturmak. Ancak bu yola girilirse ekonomideki riskler çok büyüyecek ve Türkiye hedef ülkelerden biri haline gelebilecek. Bu nedenle hükümet kritik bir tercihle karşı karşıya.
Yazara EmailO.Ulagay@milliyet.com.tr