Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye 2000'li yıllara iddialı bir ülke olarak girme hevesiydeyse şu anda panik halinde olmalı. Yok eğer böyle bir iddiamız yoksa, "dünyaya boşverelim, bildiğimiz gibi yaşayalım", diyorsak o zaman tabii paniğe kapılmamıza hiç gerek yok. Dünyadaki gelişmelere bakarak "treni kaçırıyoruz", diye kaygılanacağımıza içimize kapanıp geçmişimizle hesaplaşarak ve birbirimizle didişerek günümüzü gün etmeye devam edebiliriz.
Türkiye'de böyle bir stratejik tercih yaptı mı? Açıkça ilan edilmeden uygulamaya mı kondu bu tercih? Dünya bir yöne doğru giderken biz bilinçli olarak başka bir yöne mi sürükleniyoruz?
Bu soruların kesin cevaplarını henüz bilmiyoruz ama Türkiye'nin son yıllardaki gidişatı sanki böyle bir senaryonun uygulanmakta olduğunu ve aslında bu senaryoya karşı olan kesimlerin de, büyük bir aymazlık içinde olup bitene seyirci kaldığını düşündürüyor.
Türkiye'nin dünyadaki gelişimi izlemesini isteyen, "2000'li yıllarda iddialı ülke olacağız", diyenlerin bugünkü gidişat karşısında paniğe kapılmaması, "canım fazla karamsar olmaya gerek yok, Türkiye batmıyor ya", diyerek avunması, eğer kendini kandırmak değilse, düpedüz aymazlık.
Dünyada sorunu olan tek ülke Türkiye değil, bizim yaşadığımız sorunlara benzer sorunlar diğer bazı ülkelerde de yaşandı, yaşanıyor. Lester Thurow ya da Alvin Toffler gibi yazarların örneğin ABD'nin ve kapitalist sistemin bugünü ve yarınıyla ilgili kaygıları var. Evet bunlar doğru ama dünyadaki genel trendlerle Türkiye'nin durumunu karşılaştırdığımızda ortaya çıkan tablo bizim özel bir kaygı duymamız gerektiğini gösteriyor.
Dünya ortalamalarını aldığımızda bugün dünyada son otuz yılın en düşük enflasyon oranlarının ve en yüksek büyüme hızlarının yakalandığını görüyoruz. Bu iki olay birbiriyle bağlantılı. Enflasyonu bünyelerinden atan ülkeler sürdürülebilir büyümenin ve refah artışının en önemli önkoşullarından birini yakalamış oluyorlar. İngiltere'nin ünlü The Economist dergisi Brezilya'dan Rusya'ya kadar yüksek enflasyon sabıkalısı ülkelerin bile şimdi dünyadaki eğilime uyum sağlamalarının önemini vurgulayarak, hemen tüm dünyanın senkronize büyümeye yöneldiği yeni bir "altın çağ"ın başında mıyız diye soruyor.
Dünyadaki eğilime uyum sağlayan gelişme yolundaki ülkeler, dünyada dolaşmakta olan devasa sermaye akımlarından pay kapma yarışında mesafe alıyor, yarının sanayilerinde iddialı olabillek için dev yatırımlara girişiyorlar.
Böyle bir dünyada "enflasyon yüzde 80'lerde kaldı" ya da "kriz olmadı işte", diyerek sevinmek, ucuz işçilikle ve tekstil yatırımlarıyla avunmak kusura bakılmasın ama aymazlığın ta kendisi. Türkiye'nin 2000'li yıllara dünyanın iddialı ülkelerinden biri olarak girmesini hayal eden herkesin bu tablo karşısında paniğe kapılması ve alarm zillerini çalması gerekir. Benim kendi çapımda yapmaya çalıştığım da bu zaten.

Lester Thurow, Kapitalizmin Geleceği adlı son kitabında kısa vadeli bir bakış açısına mahkum olan kapitalizmin, geleceği güvenceye alacak yatırımları
ihmal ettiği için çıkmaza sürüklendiğini ileri sürüyor.

Thurow, sorunlar kriz boyutlarına ulaşmadan köklü çözümler üretemeyen demokratik sistemin de eşitsizlik ve toplumsal parçalanma gibi sorunların büyümesini önleyemediğini belirtiyor.

Türkiye'nin yaşamakta olduğu sorunlar, bir türlü aşamadığımız "ufuksuzluk" hastalığı aslında salt bize özgü bir olgu değil mi? Şu anda rakipsiz konumda görünen kapitalizmin karşı karşıya bulunduğu sorunların ve hastalıkların bir yansımasını mı yaşıyoruz Türkiye'de?
Lester Thurow'un Koç Unisys Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan son kitabı Kapitalizmin Geleceği'ni okurken bu sorular geliyor akla ve sanki biraz teselli kaynağı oluyor benim gibilere. Geleceği ipotek altına alan hükümetlerin, gelecek perspektifi olmayan firmaların, yarını hiç düşünmeden bugünü tüketen insanların yalnızca Türkiye'de bulunmadığını okumak iyi oluyor; artan eşitsizliğin Amerika için de sorun olduğunu; toplumdaki parçalanmanın ve demokrasinin içine düştüğü aczin Türkiye dışında da Thurow gibi birilerini düşündürdüğünü görmek bir nebze rahatlatabiliyor insanı.
Kapitalizmin en ciddi hastalığının "miyopi" olduğunu belirten Thurow, kısa vadeli bir bakış açısına mahkum olmanın sistemin geleceğini ipotek altına aldığını vurguluyor. Bireycilik üzerine kurulu olan kapitalizmin, bireyin doğasındaki kısa vadeyi öne çıkarma eğilimini dengeleyecek sosyal normları içermeyen bir sistem olduğu için kendi geleceğini tehlikeye attığını ileri süren Thurow, demokratik sistemin çözüm üretme yeteneğini de sorguluyor.
Demokrasilerde, ancak sorunlar kriz boyutuna geldiğinde toplumun geniş kesiminin bunu algıladığına ve köklü çözüm arayışlarının gündeme geldiğine dikkat çeken Thurow bu noktada benim de içten paylaştığım bir çaresizliği dile getiriyor. Ekonomideki ve toplumdaki bozulmanın kriz yaratacak boyutlara varana dek çoğu kimse tarafından algılanmaması Türkiye'de beni ve benim gibi düşünenleri nasıl rahatsız ediyorsa Amerika'da da Thurow'u ve onun gibi düşünenleri rahatsız ediyor anlaşılan.
Thurow, sistemi çıkışsızlığa sürekleyen "bugünü tüketme" ideolojisinin yerini "yarını inşa etme" ideolojisine bırakması gerektiğini, devlete ve hükümetlere bu süreçte önemli bir rol düştüğünü belirtiyor. Kapitalizmin bu dönüşümü nasıl gerçekleştirebileceğini ise ne yazık ki Thurow da inandırıcı biçimde ortaya koyamıyor.

Lester Thurow, Kapitalizmin Geleceği adlı kitabında kısa vadeli ve sorumsuz bir yaklaşımla yarının kaynaklarını bugünden tüketen hükümetlerin toplumların geleceğini nasıl ipotek altına aldığını anlatıyor. "Hükümetlerin verdiği bütçe açıkları bütçedeki yatırımlardan fazlaysa bunun anlamı hükümetlerin ülkenin yatırılabilir fonlarını tüketmesidir", diyen Thurow'un bu tanımı sanki Türkiye'deki hükümetlerin son yıllardaki uygulamalarını anlatıyor. Grafiklerde görüldüğü gibi ülkemizde 1989'dan bu yana bütçe açıklarıyla bütçedeki yatırımlar arasındaki uçurum giderek büyüyor. Özellikle 1996 yılında bu uçurumun vardığı boyutlar gerçekten çarpıcı. Bütçe açığının GSMH'ya oranının 1996'da % 8.5'e tırmanması beklenirken bütçedeki yatırımların GSMH'ya oranının % 1.6'da kalacağı tahmin ediliyor. Yani devletin yatırılabilir fonları tüketme oranı giderek korkutucu boyutlar kazanıyor.
Türkiye'de yurtiçi tasarrufların 1980 - 96 dönemindeki gelişimine baktığımızda da özellikle son yıllarda birbirini izleyen hükümetlerin geleceğimizi nasıl tükettiğini görebiliyoruz. Dr. Ekrem Keskin tarafından hazırlanan grafikte görüldüğü gibi kamu kesimi tasarrufları 1986 yılında düşmeye başlamış. Bu düşüş 1991 sonrasında kamu kesimi tasarruflarının eksiye geçmesine yol açmış ve 1992'den itibaren kamu kesimi hep tasarruf açığı vermiş. Bu açık 1994 krizi sonrasında alınan önlemlerle 1994 ve 1995'de biraz azaldıktan sonra 1996'da yeniden büyümüş.
Kamu kesimi tasarruf açığı verirken özel tasarruflardaki artış bunu bir ölçüde telafi etmiş ama buna karşın 1988 yılındaki toplam iç tasarruf/GSMH oranına bir daha erişilememiş. 1988'de % 25'in üzerine çıkan bu oran 1996'da % 20'nin altına inmiş. Yurtiçi tasarruflardaki bu düşüş Türkiye'nin yatırım gücünü de sınırlamış. İstikrarlı hızlı büyümeyi yakalayan Asya ülkelerinde iç tasarruf/GSMH ve yatırım/GSMH oranlarının % 40'lara eriştiği düşünüldüğünde Türkiye'nin ne duruma düşürüldüğü daha da net görülebiliyor.
Bugünkü hükümetin küçük ortağı DYP, yarını ipotek altına alan anlayışı 1994'de yarattığı krize kadar sürdürdü. Refah - Yol'un büyük ortağı RP ise "denk bütçe" sloganıyla ve kaynak paketleriyle sanki farklı bir anlayışın temsilcisi gibi görünmek istiyor ama uygulamada şu ana kadar atılan adımlar bu konuda iyimser olmayı zorlaştırıyor.