Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Osman Ulagay

Ekonomideki yavaşlama ve bütçedeki disiplin enflasyonda umut yarattı ama bir erken seçim bu umudu yıkabilir.

Kriz yılı 1994'de % 6'lık bir küçülme şoku yaşayan Türkiye ekonomisi 1995 - 97 döneminde çok yüksek enflasyona karşın % 7 dolayında kalan yüksek büyüme hızları tutturdu. 1997'nin son çeyreğine ve yılın bütününe ilişkin veriler önümüzdeki günlerde açıklandığında ekonomimizin geçen yıl ne kadar büyüdüğünü daha net göreceğiz.
Bu yılın ilk çeyreğine ilişkin milli gelir tahminlerinin açıklanmasına daha çok var ama çeşitli belirtiler ve iş alemindeki genel izlenim bu çeyrekte ekonomide bir yavaşlamanın yaşanmakta olduğunu düşündürüyor.
TÜSİAD'ın Konjonktür adlı yayınında yer alan tahminlerde GSYİH büyüme hızının 1998'in ilk çeyreğinde % 2.8'e düşmesi, ikinci çeyrekte ise biraz toparlanarak % 4.2'e yükselmesi bekleniyor.
Bu yılın ocak ayında imalat sanayii kapasite kullanımı oranının 1976 martından beri ilk kez % 75'e düşmesi ve ithalatta belirgin bir gerileme yaşanması ekonomideki yavaşlamanın işaretleri olarak yorumlanabilir. Sokaktan, çarşıdan, pazardan gelen sinyaller de alışverişte bir durgunluk belirtisi olduğunu doğruluyor, "siftah etmeden dükkan kapattım", lafı bugünlerde daha sık duyuluyor.
İstanbul Sanayi Odası(İSO)nun meslek komitesi başkanları ve meclis üyeleri arasında yaptığı bir anketin sonuçları da bu yılın ilk çeyreğinde satışlarda azalma bekleyenlerin % 50'yi bulduğunu ve artış bekleyenleri(% 21) katladığını gösteriyor; "üretim azalır" değerlendirmesini yapanların oranı (% 38.9) da "üretim artar" diyenleri (% 30.3) geçiyor.

Enflasyon düşer mi?

Ekonomideki bu yavaşlama sinyalleri "ekonomik istikrar" peşinde olanlar için aslında kötü değil iyi haber. İç talepteki yavaşlamayla birlikte bütçe disiplininin mümkün mertebe korunması ve faiz dışı bütçenin öngörülenin üzerinde fazla vermesi, enflasyonun seyri konusunda biraz daha iyimser olmaya zemin hazırlıyor.
Ancak bu işaretler, hükümetin, enflasyonun bundan sonraki seyri için öngördüğü iyimserliği paylaşmaya yetmiyor. Grafikte de görüldüğü gibi 1998 yılının ilk çeyreği için öngörülen TEFE(Toptan Eşya Fiyatları Endeksi) artışı % 14.8 idi. Buna karşılık, mart ayı artışının %4'ün hemen üzerinde gerçekleşeceği varsayımıyla, ilk üç aydaki gerçekleşmenin % 16 olacağı tahmin ediliyor. Bu çok büyük bir sapma değil ama asıl iddialı hedefler yılın 2. çeyreğinden itibaren devreye giriyor ve geçen yılın 2. çeyreğinde % 14.9 olan TEFE artışının bu yıl yarı yarıya düşerek % 7.5'te kalması hedefleniyor. Yılın 3. ve 4. çeyreğindeki fiyat artışlarının da geçen yılki düzeylerin çok altında gerçekleşmesi halinde yıl sonundaki 12 aylık artışın % 50'de kalması mümkün görünüyor.

Ya seçim olursa..

Bu hedefin tutturulması hayli zor görünüyor. Ancak iç talepteki gerileme sürer ve ekonomide disiplini ve istikrarı korumak için bürokrasinin gösterdiği çaba yeterli politik desteği bulursa yıl sonunda enflasyon hedefe daha yakın bir noktada kalabilir.
Bu konudaki iyimserliğe gölge düşüren en önemli faktör ise siyasi istikrarsızlığın yeni boyutlar kazanmış olması ve erken seçim olasılığının artmış bulunması. Siyasetteki belirsizliğin harcamaları caydırıcı ve iç talebi yavaşlatıcı bir etkisi de söz konusu olabilir ama bir erken seçimin gündeme gelmesi halinde iktidardaki politikacının doğal refleksinin istikrar değil genişleme yönünde olması kaçınılmaz. Türkiye'de ekonomik ajanların ve piyasaların politika değişikliklerine çabuk tepki verdiği de hesaba katıldığında bugün için biraz daha iyimserliğe olanak veren tablonun tekrar tersine dönmesi ve enflasyonun tahminlere sığmaması beklenebilir.

Emekli Orgeneral Kemal Yavuz'la geçen yıl, 28 şubattaki ünlü MGK toplantısının hemen öncesinde, birlikte katıldığımız bir sempozyumda tanıştık.
Emekli olmakla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yapısını ve komuta kedemesimdeki düşünüş tarzını yakından bildiğini hissettiren, laflarını seçerek konuşan ve ciddiyetinden kuşku duyulmayacak bir insan olduğu izlenimini veren Sayın Kemal Yavuz'un o günlerde yaptığı değerlendirme, benim 28 şubatı ve sonrasını doğru anlamama çok yardımcı oldu. Sayın Yavuz'un değerlendirmesi, 28 şubat sonrasında "siyasi yumuşama"dan söz edenlerin, 28 şubattaki MGK toplantısını olağan bir olay gibi görenlerin ve bu toplantı sonrasında Refah - Yol hükümetinin sürebileceğini sananların büyük bir yanılgı içinde olduğunu gösteriyordu.

TSK ve "oyalamaya savaşı"

Şimdi bugün gelinen noktada bir değerlendirme yapmaya çalışırken Sayın Kemal Yavuz'un geçen hafta Artı - Haber dergisine yaptığı açıklamaların üzerinde durmanın yanlış olmayacağını düşünüyorum. Doğan Akın'la yaptığı söyleşinin sön bölümünde şunları söylemiş Sayın Yavuz:
"28 Şubat'ta, Silahlı Kuvvetler'e karşı harekete geçmek üzere hazırlık yapan bir güç vardı. TSK, ona yönelik bir operasyon düzenledi. Ama şimdi, TSK'nın karşısında 'oyalama muharebesi' yapan, yani sizinle muharebeye girmeyi sanki göze almamış, ama yapılması gerekenleri de yapmayıp oyalama yapan bir grup varmış gibi. Dolayısıyla o sinsi bir uygulama. Ama bilin ki, TSK; taarruzu, savunmayı akademide öğrendiği gibi, oyalama muharebesine karşı yapılacak muhabereleri de akademide öğrenir. Yani oyalama muharebesi sökmez TSK'ya! TSK başladığı işi bitirir! TSK, sivil kuruluşlar gibi bir işe başlayıp da, sonra 'Allah kerim!' demez. Allah'a inanır, ama işini Allah'a havale etmez. İşini kendisi bitirir, peşini bırakmaz. Hele o iş, ülkenin mukadderatıyla ilgiliyse."

Sigortalar devrede mi?

Sayın Yavuz'un bu sözleri tartışma götürmez bir kararlılığı yansıtıyor. Benim anlayabildiğim kadarıyla askeri cephede yapılmış olan kapsamlı bir değerlendirme ve buna göre belirlenmiş olan bir strateji var. Prof. Emre Kongar'ın yeni yayınlanan 21. Yüzyılda Türkiye adlı kitabında gerekçelerini de açıklayarak "28 Şubat müdahalesi" olarak nitelediği MGK toplantısı, bu stratejinin uygulamaya konmasının belki de başlangıcı. O günden bu yana yaşananları da aynı çizgi içinde birbirini izleyen episodlar olarak değerlendirebiliriz.
Sayın Yavuz'un Artı - Haber'e yaptığı açıklamadan da anlaşılacağı gibi, askerler ülkeye ve Silahlı Kuvvetler'e yönelik tehdidin derhal karşı harekatı gerektirecek noktada olduğuna inanmış durumda. Bu karşı harekatı gerçekleştirme konusunda ise sivil kuvvetlere ve özellikle politikacılara yönelik bir güvensizlik var. Bu durumda aslında laik düzenin sigortası olması gereken Silahlı Kuvvetler'in devreye girmesi ve tehdidi önleyecek karşı harekatta rol oynaması zorunluğu ortaya çıkıyor. Ancak bunun rejimin hiç değilse görüntüsünü koruyarak yapılması birçok bakımdan daha uygun görülüyor.

Tek güç odağı TSK mı?

Benim algılamam doğruysa ve son bir yıl içinde yaşananları bu çerçeve içinde değerlendirmek mümkünse ortaya bir saptama ve iki temel soru çıkıyor. Saptama şu : sivil kesimde (1) Askerlerinkiyle boy ölçüşebilecek bir stratejiye sahip olan bir kuruluş bulunmadığı için ve (2) Onların taşıdığı ağırlığa karşı ağırlık oluşturabilecek bir güç odağı ortaya çıkmadığı için askerlerin stratejisi, sivillerin da katkısıyla adım adım uygulandı ve bugüne gelindi.
Sorular ise şunlar: (1) Askerlerin stratejisinin bundan sonraki adımları uygulanmak istenirse bu adımlar gene karşılıksız mı kalacak? (2) Bu uygulamaları sivil güçlerin desteğiyle ve rejimin görüntüsünü koruyarak sürdürmek mümkün olacak mı?
Bu iki sorunun cevabı "evet" ise bu stratejinin bundan sonraki açılımlarını izleyebiliriz. Ancak bu soruların cevaplarının "hayır" olması olasılığı varsa neler olur? Laik düzenin en önemli sigortası sayılan kurumun taraf olduğu bir çatışma ortamı doğarsa neler yaşanır?
En azından zihinsel bir egzersiz yaparken bu soruları da sormakta yarar yok mu acaba?


Yazara EmailO.Ulagay@milliyet.com.tr