Avrupa Birliği(AB) üyesi 11 ülkenin "tek para"ya geçmesine iki ay kala AB'nin ekonomi politikasında ağırlıkların değişmesi gündeme geldi. Bu vurgu değişikliğinin gündeme gelmesinde, Asya krizinden Avrupa'ya yansıyacak daraltıcı etkilerin yanısıra, merkez solun Avrupa'daki yükselişi belirleyici oldu. Almanya'da eski bir eylemci olan Schroeder'in, İtalya'da ise eski bir komünist olan D'Alema'nın başbakanlık koltuğuna oturması sonrasında yapılan ilk AB liderler toplantısında, hükümetlerin ekonomi politikalarına ağırlıklarını koyması gerektiği vurgulandı.
Bu görüş, Avrupa Para Birliği(APB)nin gerçekleşmesi için büyük uğraş veren sermaye çevrelerinin özlediği ekonomi yönetimi anlayışıyla pek bağdaşmıyor. Avrupa'da kalıcı istikrarın sağlanması için para birliğine büyük umutlar bağlayan Avrupa sermayesinde egemen olan görüşe göre, Avrupa Merkez Bankası(AMB)'nın ekonominin ve mali piyasaların yönlendirilmesinde belirleyici bir rol oynaması isteniyor. AMB'nin öncelikli görevi ise enflasyonla mücadele ve fiyat istikrarının sağlanması olarak belirlenmiş bulunuyor.
Solun niyeti başkaAlmanya'nın da Sosyal Demokrat ağırlıklı(ve Yeşil destekli) bir hükümete kavuşması sonrasında AB içinde ağırlığı büyük ölçüde artan merkez solun eğilimi ise birinci önceliğin, mali ve parasal disipline değil, işsizlikle mücadeleye verilmesi yönünde. Sıkı bir Keynesyen olduğu belirtilen Almanya'nın yeni maliye bakanı Oscar Lafontain'in de etkisiyle, hükümetlerin altyapı yatırımlarına ve işsizliği azaltacak projelere eğilmesi isteniyor.
Bu arada Asya krizinden yansıyan etkilerle Avrupa'da GSMH büyüme hızlarının düşmesi ve bir deflasyon tehlikesinin gündeme gelmesi olasılığı da AB hükümetlerinin karşı önlemler almaları gerektiği tezini güçlendiriyor. Bu önlemler çerçevesinde Avrupa çapında yaygın faiz indirimlerinin uygulannası isteniyor ve D'Alema bu taleplerde başı çekiyor.
Küresel bir durgunluk tehlikesinin gündemde olduğu bir ortamda, 1999 başında ABP uygulamasını başlatacak olan 11 ülkenin uluslararası rekabet gücünün korunabilmesi için Avrupa tek parası Euro'nun aşırı güçlü olmaması gerektiğini savunanlar da var.
AMB ve Euro'nun imajıMaastricht Anlaşması ile belirlenen kriterlere uyup ABP'ye katılmak için son yıllarda ciddi kemer sıkma politikaları uygulayan AB ülkelerinin, yaklaşan durgunluk ve resesyon tehdidine karşı koymak için bu kriterlerden sapmalara göz yumabilecekleri de ileri sürülen görüşler arasında. Bütün bunlar, APB sistemi kurulurken bu yapıyı bir arada tutacak kurum olarak tasarlanan Avrupa Merkez Bankası'nın ve dolayısıyla Euro'nun imajını olumsuz etkileyebilecek gelişmeler olarak değerlendiriliyor. Fiyat istikrarına öncelik veren anlayışın ve özerkliğin simgesi olan Bundesbank(Almanya Merkez Bankası) model alınarak kurulan AMB'nın, hükümetlerin etkisi altında kalacak bir kurum niteliği kazanması halinde bunun APB'nin itibarını zedeleyebileceği ileri sürülüyor.
Sol hükümetlerle birlikte deflasyon ve resesyon tehditlerinin gündeme geleceği bir ortamda AMB'nın işi gerçekten zor olacağa benziyor.
Avrupa'nın falıEldeki veriler Euro kapsamındaki 11 AB ülkesinde yıllık enflasyonun % 1'in altına indiğini buna karşılık işsizlik oranının % 11'in üzerinde bulunduğunu gösteriyor. Söz konusu ülkelerde 1999 yılı ortalama GSMH büyüme hızı tahmininin ise % 2 dolayına düşürüldüğü görülüyor. Küresel resesyon tehdidine karşı duracak kalenin Euro bölgesi olması gerektiğini belirtenler bu amaçla vurgunun mali disiplinden genişlemeci politikalara kayması gerektiğini öne sürüyorlar. Merkez soldaki partilerden yansıyan bu eğilimlerin sonuçta izlenecek politikaları nasıl etkileyeceği merakla bekleniyor.
Cumhuriyetimizin 75. yılını coşkulu biçimde kutladık. Yüzbinlerce insanın meydanlarda bu coşkuyu paylaşması, ortak duygularla coşkusunu dile getirmesi heyecan vericiydi.
Bu arada 75 yılı çeşitli açılardan değerlendiren çok şey söylendi, yazıldı, çizildi; Cumhuriyetin bir bilançosu yapıldı. Bu 75 yılda katedilen yolda gerçekten de coşkuyla kutlamaya değer duraklar bulunduğunu, diğer ülkelere ve uluslara örnek olmuş başarı öyküleri yazıldığını bu vesileyle yeniden hatırlamış olduk.
Türkiye, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında, tüm dünyanın ilgisini çeken bir yeni oluşumun yaşandığı ülke. O günden bu yana dünyada yaşananları anlatan filmi geriye sararak yeniden izlesek, Cumhuriyet Türkiyesi'nin kuruluş döneminde ortaya konan vizyonun büyüklüğünü ve derinliğini daha iyi anlayabiliriz. Birçok bakımdan Batı'daki atılıma ayak uyduramamış, çok büyük çoğunluğu köylü olan bir toplumun dünyanın belki de en stratejik bölgesinde, her şeye karşın bütünlüğünü koruyarak varlığını sürdürebilmesi ve bugünlere gelebilmesi, Mustafa Kemal'in benzersiz vizyonunun izlerini taşıyor.
Yeni vizyonun zorluğuMustafa Kemal'in 75 yıl önce sergilediği uzak görüşlülüğü bugünün Türkiyesinde
ne yazık ki pek göremiyoruz. Bu arada kendini "Atatürkçü", "Kemalist" ya da "ilerici" diye tanımlayanlardan bir bölümünün, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan 75 yıl sonra hala kurtulamadığı hastalık, 21. yüzyıla girerken toplumu sürükleyecek bir vizyonun oluşturulmasını da zorlaştırıyor.
Hastalık derken, "toplumu tanımadan ve analiz etmeden yönlendirme tutkusu"ndan söz ediyorum. Mustafa Kemal'in kendisinin bu hastalığa tutulmuş olduğunu söylemek olanaksız. Tam tersine Mustafa Kemal, 1920'lerin, 1930'ların Türkiyesinde toplumu iyi analiz ettiği için, topluma yapmaya çalıştığı "uygarlık aşısı"nın ancak sıkı merkezi kontrola dayanan bir yönetim tarzıyla tutturulabileceğini görmüştü. "Atatürk devrimleri"ne başından beri inanmış dar çekirdek kadronun, ülke çapında siyasal kontrolu elinde tutmak ve "devrimleri" gerçekleştirmek için, kırsal kesimde otoriteyi temsil eden yerel liderlerle işbirliği yapması zorunlu olmuştu. Kırsal nüfusun çözülerek kentlere akmaya başlaması ise siyasal kontrolu zorlaştıracagı için istenmiyordu. Türkiye halkının yüzde 75'inin 1950'lere kadar kırsal kesimde kalması bu tercihin bir sonucuydu.
Ya şimdiToplumumuzun bugünkü görüntüsüne baktığımızda 75 yıl öncekinden tamamen farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz. Çoğunluğu kentlerde yaşayan, bünyesinde müthiş bir çeşitliliğin, farklılaşmanın zenginliğini ve karmaşıklığını yansıtan, yeniliklere açık, kıpır kıpır bir toplum bu. Cumhuriyet kutlamalarında gözlenen katılım ve coşku, 75.yıl önce atılan temelin tuttuğunu gösteriyor. Bu toplumu 1920'lerdeki, 1930'lardaki yöntemlerle tek merkezden güderek yönetmeye kalkışmak hem gereksiz, hem de olanaksız. Toplumdaki çeşitliliği bastırarak tek bir görüşü egemen kılmaya kalkışmanın bir yarar sağlayacağı da fevkalade kuşkulu.
Buna ek olarak Türkiye, 21. yüzyıla girilirken büyük bir değişimin çalkantılarını yaşamakta olan bir dünyanın parçası. Şu an için geçerli öngörülere bakılacak olursa, ancak bilgiyi kalkınma için seferber edebilen ve yaratıcı insanın yeşermesine elverişli ortamı sağlayabilen toplumlar ve ülkeler öne çıkabilecek 21. yüzyılda. Yaratıcı insan ise ancak özgürlüğün ve seçme hakkının kısıtlanmadığı ortamlarda yeşerebiliyor.
Birleştirici vizyonTürkiye bugün ciddi sorunlarla karşı karşıya. Bunların en az maliyetle çözümü için birleştirici bir vizyona gerek var. Bu vizyonu oluşturmaya çalışırken Cumhuriyet kutlamalarında gözlenen ortak paydayı keşfetmek önemli belki de. Ortaya konacak vizyonun bir yandan toplumumuzun yapısı ve dokusuyla, diğer yandan dünyanın gidişatıyla uyumlu olması önemli.
Böyle bir vizyonun şu ana kadar ortaya konamamış olması, kendilerini şu an için güçlü konumda görenlerin kendi çözüm formüllerini topluma empoze etme heveslerini besleyebilir. Çete rezaletlerinin açığa çıktığı ve dünyadaki krizin Türkiye'yi ciddi biçimde etkilemeye başladığı dönemde sivil yönetimin çaresizliği bu heveslerin öne çıkmasına yol açabilir.