Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Osman Ulagay

Uluslararası Para Fonu(IMF)nin Türkiye ekonomisiyle ilgili son değerlendirmesinde ve geliştirdiği senaryolarda iki önemli saptama yapılmış:
(1)Türkiye ekonomisinde makroekonomik istikrar sağlanamazsa büyüme de yavaşlayacak ve Türkiye 2000'li yıllara yüzde 2'lik bir büyüme hızı ve yüzde 140'larda bir enflasyonla girecek; bu haliyle Avrupa Birliği(AB)ye tam üyeliği de söz konusu olamayacak. Bu tablo sosyal yapıyı da sarsacak.
(2)Türkiye orta vadeli bir istikrar programını derhal uygulamaya başlarsa çok kısa sürede bunun olumlu sonuçlarını alacak; ülkeye dış kaynak girişi hızlanacak, enflasyon ve faizler hızla düşecek, Türkiye 2000'li yıllara yüzde 6'lık bir sürdürülebilir büyüme hızı ve yüzde 5'lerde bir yıllık enflasyonla girecek; Türkiye'nin AB üyeliği şansı artacak, gelir dağılımını düzeltmek ve sosyal gerilimi düşürmek kolaylaşacak.
Görüldüğü gibi birbirinin zıddı iki senaryo söz konusu. Türkiye IMF'nin onaylayacağı tutarlı bir orta vadeli program uygularsa 2000 yılına sorunlarını aşmış olarak girecek, uygulamazsa bugünkünden de vahim bir tabloyla karşı karşıya kalacak.
Bu iki senaryodan iyimser olanı özellikle enflasyon konusunda bence fazla iyimser; ayrıca Türkiye'nin bu senaryoyu gerçekleştirme olasılığı çok yüksek değil. Aslında Türkiye sonunda aklın yolunu seçip tutarlı bir orta vadeli program uygulayabilirse makul sürede birçok alanda beklenen de olumlu sonuçlar alabilir, büyüme hızımız belki IMF öngörülerinin üstüne de çıkabilir ama enflasyonun iki yılda yüzde 5'lere inmesi çok zor görünüyor, çünkü bizim enflasyonun dirençli bir yapısal boyutu var. IMF bunu yeterince dikkate aldı mı acaba, diye soruyorum.
Türkiye'nin dünyada benzeri olmayan enflasyon karnesine bakınca ve orta vadeli bir programdan kaçınma yeteneğini hatırlayınca ister istemez kötümser senaryonun gerçekleşme şansının daha yüksek olduğunu düşünüyor insan. Ancak bu senaryoda da IMF, Türkiye'nin yüksek enflasyonla birlikte yaşama ve büyüme yeteneğini biraz gözardı etmiş gibi görünüyor. "Biz IMF'nin düşündüğü gibi bir programı uygulayamasak bile yüzde 100'ün altında bir enflasyonla yüzde 5 - 6'lık bir büyüme hızını birkaç yıl daha sürdürebilir miyiz?", sorusunu da sormamız gerekli galiba.
Aslında enflasyonla gelen cennetin bir noktada cehenneme dönüşeceği kaygısını ben de taşıyorum; yüzde 80'lerde bir enflasyonla yaşamaya devam etmenin içte ve dışta getireceği ağır faturayı çok iyi biliyorum ama bizim ekonomimizin ve toplumsal yapımızın çok kendine özgü bir nitelik kazanmış olduğunu da gözardı etmememiz gerektiğini düşünüyorum.
Buradaki kritik değişken dış kaynak akışı. Türkiye tutarsız, popülist ekonomi politikalarında israr eder ve dış kaynak girişini sağlamada yeni sorunlarla karşılaşırsa IMF'nin kötümser senaryosunun gerçekleşme şansı artar, kendimizi üç haneli enflasyonla ve düşük büyümeyle karşı karşıya bulabiliriz.

Hazine müsteşarlığına getirilmesi beklenen Mahfi Eğilmez'in Diyalog Yayınları tarafından yayınlanan Hazine adlı kitabının sonunda "Hazine'yi yönetecek kadrolara öneriler" diye bir bölüm var. Hazine'nin bütün programlarını ve sonuçlarını kamuoyuna açıklamak zorunda olduğunu belirten Eğilmez'in önerilerinden bazıları özetle öyle:
* Günü kurtarmaya yönelik parlak formüllere ve dahice çözümlere itibar etmeyin
* Size hoşunuza gidecek olanı değil gerçeği söyleyecek çalışma arkadaşları seçin
* Hazine'yi devraldığınızda kesinlikte enkaz devraldık demeyin.
* Yabancıların uyarılarına tepki göstermek yerine bunlardan ders çıkarmaya çalışın.
* Hatalı emirlere direnmeye hatta gerekirse istifaya hazır olun.

Durgun bir yaz akşamında, Cihangir'de bir balkondan İstanbul'a bakıyorum, muhteşem İstanbul'a. Bir martının peşinden Üsküdar'a, Sarayburnu'na, Galata'ya kayıyor bakışlarım. Neredeyse yarım yüzyıldır yaşadığım bu benzersiz şehirde henüz hiç görmediğim, keşfetmediğim yerlerin, şeylerin, izlerin ne kadar da çok olduğunu düşünüyorum. Kaç ömür gerek acaba bir İstanbul'u keşfetmek için?
İçinde yaşadığımız toplum da biraz İstanbul'a benzemiyor mu? Binbir çelişkiyi barındıran bu toplumu keşfetmek, bu insanları bütünüyle anlamak, kavramak, tanımlamak; bu toplum hakkında kapsayıcı genellemeler yapmak aslında fevkalade zor bir iş olmalı, değil mi?
Oysa Türk milletini, "halkı" kendi yanında sayanlar ne kadar çok. Erbakan Hoca'ya göre Müslüman Türk milleti olduğu gibi Refah'ın arkasında. Refah Partisi'ne karşı cepheyi oluşturanlar, "miletin yüzde 80'i bizim arkamızda", diyorlar. Askerler ne yaparlarsa millet adına, milletin birlik ve beraberliği için yapıyorlar. İpliği pazara çıkan Tansu Bacı bile hala "millete gitmekten" söz edebiliyor.

Tansu Bacı olayı aslında üzerinde durulması gereken bir olay. Çiller olayı, toplumumuzun özelliklerini keşfetmek isteyenlere ilginç ipuçları sağlayabilir gibi geliyor bana. Hemen aklıma geliverenler şunlar:
* Bu ülkede, gerekli niteliklerden hiç birine sahip olmadan, çok kısa sürede ülkenin kaderiyle oynayacak konuma gelinebiliyor, başbakan olunabiliyor.
* Bu ülkede topluma hiç yoktan ağır faturalar ödeten birine uzun süre hesap sorulmayabiliyor, o kişi ülkenin yönetiminde söz sahibi kalabiliyor.
* Bu ülkede kişiliğini kanıtlamış görünen, sivil ve asker bürokraside, iş hayatında adını duyurmuş kişiler, bütün değer ölçülerini hiçe sayarak kendilerine siyasi(ve belki de maddi)ikbal kapısı açan birinin kulu kölesi haline gelebiliyor.
* Bu ülkede birçok insan, adeta aldatılmaya hazır bir halde, neredeyse her sözüyle ve davranışıyla kendisini aldatan birine uzunca bir süre umut bağlayabiliyor.
Bu gibi ipuçlarını keşfeden ve kullanan birinin "Tansu Bacı" olayını yaratması aslında çok da zor olmadı. Göz göre göre ağır faturalar ödedik. Gerekli ders alındı mı bundan derseniz hiç de emin değilim. Toplumun zaaflarını ve eğilimlerini doğru okuyanların milletin başına yeni çoraplar örmesi hiç de olmayacak bir şey gibi görünmüyor bana.



Yazara EmailO.Ulagay@milliyet.com.tr