Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) tarafından açıklanan 2001 yılının üçüncü çeyreğine ilişkin rakamlar Türkiye ekonomisindeki hastalığı bir kez daha gözler önüne seriyor. 2001 yılının ilk dokuz ayında GSMH bazında % 8.3, GSYİH bazında % 6.4 küçülen Türkiye ekonomisinin 2001 yılını 1994 ve 1999'daki % 6 dolayındaki küçülmeden de derin bir küçülmeyle kapatacağı anlaşılıyor.
Bir ekonominin son sekiz yılının üçünde % 6'nın üzerinde küçülme yaşaması, o ekonominin çok ciddi yapısal hastalığın pençesinde kıvrandığını gösterir. Türkiye örneğinde enflasyon oranları, kamu açıkları, devletin borç servisi yükü gibi rakamlar bu hasta bünyenin diğer yansımalarıdır.
Büyük kentlerdeki birkaç alışveriş merkezinde yaşanan canlılığa bakarak neşeli havalar çalmaya başlayanlar bu tür rakamlarla pek ilgilenmezler ama 2001 yılının ilk dokuz ayında özel tüketim harcamaları reel bazda % 8.2 azalmış, yatırımlardaki durumu yansıtan sabit sermaye oluşumundaki küçülme ise % 28.2 olmuştur. Yeniden yapılanmaya ve hızlı istihdam yaratmaya ihtiyacı olan Türkiye'de yatırımlar çökmüştür. 2002 yılı birçok bakımdan çok kritik bir yıl olmaya adaydır. Şimdi sıranın yatırımlarla büyümenin yolunu açacak adımlara gelmesi gerekmektedir.
Ben Amerikalı değilim. Hayatımın hiçbir döneminde Amerikalı olmaya heves de etmedim. Amerika'da okumadım, çok az yerini gördüğüm bu dev ülkede uzun süre kalmadığım için Amerika'da yaşamanın nasıl bir şey olduğunu da bilmiyorum. New York'u bile kendine özgü büyüsünü tam yakalayacak kadar tanıdığımı söyleyemem. Kendi içinde büyük bir insan çeşitliliğine ve zenginliğine sahip olan Amerika'da tipik ya da ortalama bir Amerikalıdan söz etmenin ne kadar zor olduğunun da farkındayım.
Bu konumdaki birinin "Amerikalı olmanın dayanılmaz ağırlığı"nı yazmaya kalkışması ilk bakışta belki biraz tuhaf görünebilir ama bir açıklaması var bunun. 11 Eylül'den sonra yaşananları izlemeye çalışırken kendimi Amerikalıların yerine koymak, "Ben Amerikalı olsaydım neler hissederdim, neler düşünürdüm?" sorusunu sormak ihtiyacını sık sık hissettim ve bunu yazabileceğimi düşündüm. Sonuçta Amerikalıları yeterince tanımadan kendini, kafasında oluşan "Amerikalı"nın yerine koyan bir Türk'ün düşüncelerini yazmış olacağım herhalde.
Amerikalı gözüyle
Geçen hafta ABD ekonomisinin resmen resesyonda, yani daralma sürecinde olduğu ilan edildi. Biz Amerikalılar için ekonomi her şeyden önce gelir, özellikle de kendi ekonomik durumumuz, işimiz, gelirimiz, evimiz, garajımız, otomobilimiz çok önemlidir bizim için. ABD ekonomisinde on yıldır süren ekonomik büyümenin bu yılın martında sona erdiği açıklanmış şimdi. Pek şaşmadık buna, çünkü ekonomideki pembe tablonun gri bulutlarla gölgelendiğini 11 Eylül'den çok önce hissetmeye başlamıştık biz. Çevremizde işini kaybedenlerin sayısı her geçen gün artarken sıra ne zaman bize gelecek diye kara kara düşünüyorduk. Aslına bakarsanız 2000 yılının sonlarında başlamıştı can sıkıcı gelişmeler. Ekonomideki mucizenin bitmekte olduğu konuşulurken Başkanlık seçimi sonrasında yaşanan sayım rezaleti hepimizi düşündürmeliydi. Dünyanın en güçlü ülkesi sayılan, teknolojinin beşiği ABD'de bir oy ayrımının haftalarca sürmesi bizim bazı şeyleri eksik ya da yanlış yaptığımızın işareti değil miydi? Başımıza bir şeyler geleceğini belki de o zamandan anlamalıydık.
Şimdi geriye dönüp bütün bunları düşünüyoruz ama pek çok şeyin ne kadar anlamsız olduğunu 11 Eylül'de dünya başımıza yıkılınca anladık. Amerika'nın gücünü simgeleyen her şeyin yerle bir olduğu o lanetli günü yaşarken gördüklerimizin bir Hollywood filmi değil gerçek olduğunu kabul etmemiz hiç de kolay olmadı. Biz her bakımdan dünyanın en güçlü ülkesi değil miydik? Kim gelip kendi ülkemizde bunu yapabilirdi bize? Osama bin Ladin gibi uygarlıktan nasibini almamış çöl zibidisinin adamları olduğu sanılan caniler nasıl böyle canevimizden vurabilirdi bizi?
Bizi neden sevmiyorlar?
11 Eylül'ü antraks paniği izledi. Özgürce yaşamanın simgesi olan Amerika'da herkesten, her şeyden kuşkulanmaya, korkmaya başlamıştık. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mıydı artık? "Büyük Amerikan Rüyası"nın sonu muydu bu? Bu arada olumlu şeyler de olmadı değil. Karşılaştığımız felaket içimize gömdüğümüz bazı duyguları, hasletleri öne çıkardı, sevginin, dayanışmanın, paylaşmanın önemini hatırladık. Dış düşmana karşı Amerikalılar olarak birleşmenin önemini yeniden kavradık.
Ancak 11 Eylül ve sonrasında yaşananlar bir şeyi daha hatırlattı bize. Acımızı paylaşan ve bize destek verenlerin dışında, dünyada bizi sevmeyenlerin ne kadar çok olduğunu, hatta bizden nefret edenlerin ve bize zarar vermek isteyenlerin bulunduğunu anladık. Bizi en çok üzen ve hırslandıran da bu oldu belki de. Yakın geçmişte özgürlüğü yok etmek isteyen rejimlere, faşizme ve komünizme karşı dünyayı savunan biz değil miydik? Bugün teröre karşı, yıkıcı güçlere karşı, diktatörlere karşı dünyanın düzenini koruma görevini biz yapmıyor muyuz?
O halde neden sevmiyorlar bizi? Dünyanın bir numarası olmamızı çekemiyorlar belki ama onlardan üstün olmamız bir rastlantı mı? Onlardan daha fazla ve daha verimli çalışıyorsak, kapitalizmi en iyi biz uyguluyorsak ve bunun sonucunda dünyaya hükmetme noktasına gelmişsek bu bir suç mu?
Biz kazanacağız ama
Kim ne dersin bu savaşı biz kazanacağız, bizi canevimizden vuranları, Bin Ladin'i ve diğerlerini yok edeceğiz ama daha sonra ne olacak? Kendimizi nasıl sevdireceğiz bizi sevmeyen, hatta bizden nefret edenlere? Bunları düşündükçe Amerikalı olmanın ne kadar da zor olduğunu daha iyi anlıyorum.
Beatles dörtlüsünün en sessiz ve içine dönük üyesi George Harrison'ın ölümü bizim kuşağı farklı bir hüzünle tanıştırdı galiba. Harrison'la aynı kuşağın çocukları olarak bir şeylerin bitmekte olduğunu hissetmek hüzünlendirdi bizi. Harrison'ın kendi ülkesi olan İngiltere'de yaşayan bizim kuşağın mensupları -örneğin The Observer gazetesinin tanınmış yazarı Will Hutton - ile benim onun ölümü karşısında benzer duygu ve düşünceleri paylaşmamız ise Beatles grubunun bir özelliğini hatırlattı bana.
Dünyanın dört bir yanında ilgi gören ve hayranlık toplayan Beatles dörtlüsü adı konmamış bir küreselleşmenin de öncüsüydü sanki. Onların "All You Need is Love" (İhtiyacınız Olan Tek Şey Aşktır) şarkısı neredeyse küresel boyutta paylaşılan bir özlemin, bir içe dönüklüğün, bir romantizmin yansımasıydı. John Lennon öldüğünde, belki de daha genç olduğumuz için, Beatles'ın temsil ettiği şeyin arkamızda kaldığını bu kadar derinden hissetmemiştik ve böylesine hüzünlenmemiştik.