Osman Ulagay
Siyasetteki kargaşa ekonomiyi ve mali piyasaları ne zaman vuracak? Pek çok kişinin kafasında düğümlenen ama yeterince üzerinde durulmayan bir soru bu. Aslında siyaset arenasında sürmekte olan kargaşanın ve rejimin üzerine düşen gölgelerin ekonomiyi ve mali piyasaları çok daha derinden etkilemesi gerekirdi diye düşünmek mümkün ama unutmamak lazım ki burası Türkiye. Bu ülkede siyasetin de ekonominin de giderek benzeri hiç bir yerde görülmeyen oyunlar haline geldiği ortada.
Siyaseti bir an için bir kenara bırakırsak, eldeki göstergeler reel ekonomide aktivitenin, canlılığın durmadığını, 'yüksek enflasyon altında hızlı büyüme' senaryosunun, olaya dıştan bakanları şaşırtan bir şekilde sürdüğünü gösteriyor. Mali piyasalarda da henüz bir panik işareti yok. Dış borçlanmada ciddi olarak zorlanmamıza karşın borç servisini aksatmıyoruz. Borsa, siyasetten olumlu ışık aldığı anda kanatlanacağı izlenimini veriyor. Özetle ekonomideki gidişat siyasetteki kaosu ve çıkmazı pek yansıtmıyor. Pekiyi ama nasıl açıklayacağız bu olguyu?
Türkiye ekonomisindeki gelişmeleri açıklamak için yeni bir paradigmaya gerek var. Bu paradigmayı oluşturmak için önce ekonominin ve aktörlerinin güncel bir envanterini çıkarmak gerekiyor. Kayıt dışı ekonominin ve ekonomide dönen 'kara para'nın büyük boyutlara ulaştığını hemen herkesin kabul ettiği bir ülkede bu envanteri çıkarmanın, bu paradigmayı oluştarmının kolay olmadığı da ortada.
Bu yeni paradigma henüz ortaya konamadığına göre ekonomide ve mali piyasalarda olan biteni yorumlamak ve olası gelişmeleri kestirebilmek için çoğu kez sezgilerimizi ve "olsa olsa" yöntemini devreye sokarak fikir yürütmek zorunda kalıyoruz.
Benim sezgilerim, yeni hükümetin kurulmasında ciddi sorunlar çıkması ve siyasetteki çıkmazın yeni boyutlar kazanması halinde önce mali piyasalarda daha sonra da reel ekonomide bir kırılma yaşanabileceğini düşündürüyor. Özellikle, Ziraat Bankası örneğinde olduğu gibi, kamu kurumlarının sorumsuzca istismarının sonuçları bir noktadan sonra etkisini gösterecek, piyasalardaki zamana oynama durumu idare etme direnci çok ciddi biçimde sınanacak gibi geliyor bana.
Şu günlerde Tünrkiye'de yaşanan hemen her olay aslında bir karikatüre benziyor. Örneğin Tansu Çiller'in demokrasi savunuculuğuna soyunması ve birilerinin de buna kanarak "en erkek Çiller" edebiyatına başlaması ancak karikatüristlere konu olabilecek bir olay. Şu an için Çiller'in karşısında yer aldığı kabul edilen "rütbeli ve etkili çevreler" bir şaka yapıp Çiller'e "dayan bacım, arkandayız" deseler ben görürdüm Çiler'in demokratlığını. Herkesten önce o "hizaya girer", "rütbeli ve etkili güçler"in demokrasi için ne kadar gerekli olduğunu anlatmaya başlardı, en sahte gülücüğüyle.
Karikatürist dostumuz Haslet Soyöz, 1994 yılında Çiller'in ABD'deki malvarlığının ortaya çıkmasından sonra Çiller'i hep benekli giysiler içinde ve yüzsüz olarak çizmiş. Bu karikatürlerini "Giderayak puantiye" adını verdiği bir albümde toplayan Haslet'in bugünkü durumu çok güzel özetleyen bir karikatürünü köşemize aldık bugün.
Önde yürümekte olan yüzsüz hatunu her halde hepiniz tanımışsınızdır. Pekiyi, yüzyüz hatunun benekli fularının benzeriyle gözleri bağlanmış olarak onun peşinden sürüklenen zavallı adam kimi, daha doğrusu hangi "grubu" temsil ediyor acaba? Ya gözü bağlı olarak yüzsüz hatunu izleyen adama kendini teslim etmiş olan kurbanlık koyun? O koyun kimi ya da kimleri temsil ediyor bu karikatürde?
Haslet'e sordum, haklı olarak ,"cevabı herkes kendi bulabilir", dedi. Bilmiyorum ki çok mu zor bu karikatürün gözü bağlı kahramanlarını adlandırmak.
Bu yıl 25. yıldönümünü kutlayan İstanbul Müzik Festivali galiba özel bir işlev üstlendi bu yıl. Tatsız haberlerden, saçmasapan olaylardan, trafik keşmekeşinden bunalmış olarak konser mekanlarına gelenler konser başlayana kadar da bu havayı atamıyorlar üzerlerinden. Ama müzik başlayınca bambaşka bir aleme sıçrayabiliyor insan, bir tür tedavi görmüş gibi oluyor.
Concertgebouw Kraliyet Orkestrası'nın görkemli konserinden sonra önceki gün Aya İrini'de dinlediğimiz Gidon Kremer ve arkadaşlarının "Piazzola'ya saygı" dinletisi tek kelimeyle büyüleyiciydi. Kendine özgü yorumlarıyla günümüzün önde gelen kemancılarından biri olan Kremer ve grubunun yarattığı büyüye kapılmak için klasik müzik tutkunu olmaya da gerek yoktu sanırım.
1997 Türkiyesinde yaşayan ve aklını henüz tamamen yitirmemiş olan bir insanın sık sık, "varlığımı nasıl koruyabilirim?", sorusunu sorması hiç şaşırtıcı değil. Çok yönlü bir saldırı ve kirlenme karşısındayız. Politikada sergiledikleri ucuz sahtekarlıklarla aklımıza hakaret edenlere, trafik cangılında canavarca üstümüze gelenlere, her anlamda çevremizi kirletenlere karşı kendimizi, aklımızı, varlığımızı korumak için özel bir çaba harcamamız gerekiyor. Bir yandan bu çabayı gösterirken diğer yandan üretken olmak, yaratıcı olmak ve bu kısır döngüden nasıl çıkılabileceğini düşünmek hiç de kolay olmuyor.
Öte yandan kendini yokeden bir dünyanın insanları olarak da varlığımızı nasıl koruyacağımızı düşünmek zorundayız. 1992'de Rio de Janeiro'da yapılan çevre zirvesinden beş yıl sonra dünyanın "havası"nın daha da bozulmuş olduğunu öğrenmek hiç de rahatlatıcı bir duygu değil. Dünya nüfusunun % 4'üne sahip olduğu halde "sera etkisi"ni yaratan zararlı gazların % 20'sini salan ABD'nin hala ciddi önlem almaya yanaşmaması; dünyadaki "ısınma"nın tehkileli boyutlara varması ve deniz seviyesindeki yükselmenin bazı meskun adaları tehdid etmeye başlaması, dünya ormanlarının hızla yokedilmesi hep ürkütücü gelişmeler. Zengin ülkelerin yoksullara vadettikleri yardımın çok azını gerçekleştirmiş olmaları ve dünya boyutunda eşitsizliklerin artması da dünyamızın "ortak geleceği" için iyimser olmayı güçleştiriyor, "varlığımızı nasıl koruyabileceğiz?", sorusunu akla getiriyor.
Yazara EmailO.Ulagay@milliyet.com.tr