Her cenazeye gittiğimde, belki de ölümü düşünmeye zorlandığım için, bir hüzün kaplar içimi. TC Merkez Bankası’nın eski başkanı Rüşdü Saracoğlu’nun babasının hafta içinde Teşvikiye Camii’nden kaldırılan cenazesinde, tanıdık yüzler arasında dolaşırken, hüznün ötesinde farklı bir duyguya kapıldım, bazı sorular takıldı kafama. Türkiye’nin kaderini belirlemiş, Türkiye ekonomisinin son 20 - 25 yılına damgasını vurmuş olan kadro, bu ayrıcalığını kaybetmek üzere olmanın gizli hüznünü mü yaşıyordu Teşvikiye Camii’nin avlusunda? İktidarın yeni sahibi AKP’nin icraatına ve son haftalarda yoğunluk kazanan kadrolaşma çabalarına gösterilen tepkinin ardında, dışlanma kaygısı mı yatıyordu?
Bu belki de benim yakıştırmam ama İstanbul burjuvazisinin kalburüstü temsilcilerini ve 1980’den bu yana siyaset sahnesinde ve bürokraside önemli görevlerde bulunmuş kişileri, cami avlusunda bir arada görünce bunları düşünmeden edemedim. Ekonomik istikrar özlemiyle, devleti küçültme ve enflasyonu düşürme vaatleriyle harcanan yıllar geçti gözümün önünden. Bu gelişmeleri izlerken gazeteci olarak kapıldığım umutları ve yaşadığım düş kırıklıklarını anımsadım. IMF’ye kaç tane niyet mektubu yazılmış, kaç istikrar programı yapılmıştı son 25 yılda? Ve bunların kaç tanesi saptanan hedeflere ulaşılmadan yarıda kalmıştı? Özel sektörümüzün seçkin temsilcileri kaç siyasi lidere umut bağlamıştı bu yıllar boyunca ve kaç kez düş kırıklığına uğramıştı? Kaç banka batmış, kamunun kaç parası batırılmıştı?
20 yılın tepkisi
Çeyrek yüzyıllık bir süreci birkaç cümlede özetlemek, özellikle 1990’dan bu yana yaşanan ekonomik çıkmazın nedenlerini ve sorumlularını saptamak tabii ki olanaksız. Bu sürecin sonunda bugün gelinen nokta ise ortada. Ateşi düşüp çıkan, koşmaya kalkıştığında hemen dermansız kalıp çukura düşen, on yıl önceki kişi başına gelir düzeyini zor yakalayan bir ekonomi; tırmanan işsizlik, artan gelir eşitsizliği, herkesin gözünü korkutan bir borç yükü. Şimdi bu sonuçların ortaya çıkmasında payı olan kesimlere ve kadrolara güven kalmadığı gibi onların bu yıllar boyunca savunduğu politikalara, çözüm yollarına da güven kalmamış durumda. Bugün birçok kimse Türkiye ekonomisinin IMF’nin desteklediği istikrar programlarıyla hızlı büyümeyi yakalayacağına, işsizliğin önleneceğine, geniş kesimin ekonomik durumunun düzeleceğine inanmıyor artık. Yeni borç bularak eski borçları ödemenin çıkar yol olmadığını düşünenler hiç de az değil. "Piyasa" sözcüğüne ve piyasaya dayalı çözümlere tepki gösterenler de giderek artıyor. Bu ortamda dışa kapalı, devletçi ekonomiye dönüş önerilerinin ilgi görmeye başlaması da doğal.
Son 20 - 25 yılın yarattığı tepki birikiminin siyasi sonuçlarını 3 Kasım’da gördük, seçmen bu dönemin sorumlusu olarak gördüğü siyasi kadroyu tasfiye etti ve AKP’yi büyük bir çoğunlukla iktidar yaptı. Şimdi sıra AKP’nin kendi kadrolarını kurmasında, devletin her kademesine kendine yakın gördüğü kimseleri getirerek kendi politikalarını ve yönetim anlayışını, "yoğurt yeme tarzını" devreye sokmasında. Son haftalarda yoğunluk kazanan atamalar bu sürecin hızlandığını gösteriyor.
Tehlike nerede?
Yıllar boyu destekledikleri siyasi kadronun devre dışı kalmasını biraz da şaşkınlıkla izleyenlerin, şimdi de yıllardır iş görmeye alıştıkları bürokrat kadrolarının tasfiyesine tepki göstermeleri anlaşılır bir şey. Yarın, bu yeni kadroların da katkısıyla, devletin bazı temel tercihleri, kaynak ve ayrıcalık dağıtımındaki öncelikleri değiştiğinde bu tepkiler daha da artabilir.
Bu kadrolaşmanın, ekonomide yeni yol arayışlarının ve açılış hamlelerini görmekte olduğumuz sınıfsal hesaplaşmanın bu kadar kritik bir dönemde yaşanması ise Türkiye için ciddi bir talihsizlik. Duygusallığın da arttığı bu ortamda, deneyimsiz kadrolarla aklın yolunu bulmak ve doğru tercihleri yapmak daha da zor olacak herhalde.
Tam bu noktada Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül’ün TOBB ve TÜSİAD başkanları ile Rahmi Koç ve Aydın Doğan’ı konuk etmesini nasıl yorumlamak gerektiğini ise bilemiyorum doğrusu.