Haberin Devamı

Geçen cumartesiydi. Yazımı teslim ettim. Dışarı çıkmaya hazırlanıyorum. Soğuk bir akşamüstü yürüyerek ısınmayı hayal ediyorum. Derken, gazeteden bir telefon geliyor. Bizim yazı işlerinden Bertan. Sesinde bir bıkkınlık, bir serzeniş. Sıkıldım bu siyasi yazılardan diyor. İçinden okumak bile gelmiyormuş. Politikadan başka bir şey yok muymuş yazacak? “Sabret Bertan sabret” diyorum. “Yakında uzaklaşacağım buralardan, uzaklaşınca sıcak siyasetten de doğal olarak kopacağım.” Kopamaz mıyım yoksa? Eyvah. Siyaset bağımlılık yapıyor derlerdi, galiba haklılar.
Bertan’ı anlıyorum. İçimiz, dışımız politika oldu. Bir kere Aristo’nun dediği gibi doğal “politik hayvanlar” olarak siyasete meyilliyiz zira politika daha evde başlıyor. BBC’nin bir belgeselinde izlemiştim, en büyük rekabet kadın ve erkek arasında. Tez şu: Faşizm ailede başlar. Tamam anladım da, işlevi hayatı kolaylaştırmak olan siyaset, belli normları belirleyen siyaset neden bir popüler dizi karakteri gibi hayatımızda? Huysuz Muppet Show ihtiyarları gibi üstümüzde burun büküp, parmak sallıyor? Neden işleyen sistemlerde politika, gri, görünmez ve hissedilmez bir şeyken bizde bu kadar merkezde oluyor?

Apolitik olmak bile siyasi...
New York Times yazarı David Williams, Bertanımızla hemfikir olacak ki bu haftaki köşesinde bu konuyu irdelemiş. Hukuk kaidesinin olmadığı, aşiretlerin ve hiziplerin sürekli çatıştığı yerlerde siyaset ana konudur diyor. Çünkü hayat birebir politika oluyor, ölüm ve hayat oluyor. Temel insan haklarının oturduğu yerlerde ise siyaset bir çiçeğin sapı gibi. Sıkıcı, derli toplu, ama düzeni kuran, suyu taşıyan bir makine. Williams piknik metaforu kullanıyor. Devletin görevi, bir parkın temiz ve güvenli olması, vasıtaları sağlaması gibi temel işlerle yükümlü. Biz pikniğe gidiyoruz. Sonrasında neyi konuşuyoruz? Ulaşımı, parkın pür u pak olmasını değil pek tabii. Pikniğin kendisini, yani hayatı anıyoruz. İşte devlet de böyle olması gerekiyor. Ama işini yapamayınca başrolü kapıyor, iyi baba/kötü polisi oynuyor.
Metaforu hiç uzatmayayım. Bir parkı bile çok gören zihniyet varken, piknik üzerine mecaz yapmanın anlamı yok. Velhasıl kelam, politikayla yatıp, politikayla kalkıyoruz. Taksiye biniyoruz, politika. Okula gidiyoruz, poltika. TV’de göbek atarken bile politika. Zaten, bu kadar kutuplaşmış bir ortamda apolitik olmak da siyasi oluyor. Sessiz kalınca pekala mümtaz-züppe veyahut toplumundan kopmuş körpe olarak sınıflandırılıyorsunuz. Ama dolaylı da olsa siyasete bulaşıyorsunuz.

Çok içinde olunca çekilmiyor
Ah ah, İsveç’te olmak vardı demiyorum. Her ülkenin sorunu kendine; ama biz, siyaseti tartışmakla mahkumuz çünkü çok temel sorunlarımız var. Aslında, aptal ve ikincil şeyleri tartışarak onlardan kaçıyoruz. Yarı sosyal devlet, yarı kapitalist liberal olmanın getirdiği dengesizlikten tutun, hukuk gibi, eğitim gibi asal sistemleri oturtamamanın getirdiği artçıları hissediyoruz. İşte o zaman siyaset, yol/su/elektrik getireceğine yol, su, elektrik olarak geri geliyor. Çenemize düşürüyor. Hepimiz kültürü, hayatı, romansı, felsefeyi yani asıl önemli şeyleri konuşmamız gerekirken politikayı tartışıyoruz diye söyleniyor Williams gibileri. Ben de şunu diyorum: Üzgünüm Bertan, korkarım siyaset hayatımızdan çıkmayacak. Arada bir bahçe bulabiliriz, bir köpek alabiliriz, aşık olabiliriz, tamam. Ama bu kadar yanlış varken, doğru gidiyor. İnanılır gibi değil ama dört yanlış bir doğruyu bile götürüyor. Eflatun’un meşhur tespiti vardır. Siyasete girmeyi reddetmenin cezalarından biri de kendinden daha vasıfsız insanların senin başına geçmesidir der. İşte, siyasetten uzak durunca böyle şeyler de oluyor. Çok içinde olunca da çekilmiyor. El-sonu: Cambaz cambaz düşüp, homo politicus olarak kalkıyoruz.