Rıza Türmen

Rıza Türmen

rturmen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Sn. Başbakan son çıktığı televizyon programlarından birinde şunları söylüyor: “...atanmış-seçilmiş ilişkisindeki dengesizliği ortadan kaldıralım istiyoruz... Yüksek yargının kimseye hesap verme diye bir sorumluluğu yok... Belki Türkiye’nin gündemine yeniden başkanlık sistemi gelecek... Parlamento çok daha etkili bir hale gelecektir. Ama şu anda durum pek böyle değil. 411 çıkıyor ama, 411’in aldığı karar atanmışlar tarafından oluşmuş bir kurumda önü kesiliyor.”
Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi, Sn. Başbakan’ın temel sorunu yargı. Başkanlık sisteminin bu soruna çözüm getireceğini düşünüyor.
Oysa, bu pek öyle değil. Gerçi, ABD’de yüksek mahkeme yargıçları başkan tarafından atanıyor ama bu atamaların Başkan’dan bağımsız bir Kongre tarafından onaylanması gerektiğinden, başkanlar kendi ideolojilerine yakın yargıçlardan çok, Kongre’nin kabul edebileceği yargıçları atıyorlar. Bunun yanında, yargıçların görev süresi yaşam boyu. Yeniden atanma gibi bir sorun olmayınca, Başkan’a hoş görünme kaygıları bulunmuyor. (Yeni anayasa paketinde mevcut anayasadaki “süresi bitenler yeniden seçilebilirler” hükmü korunmuş. Ancak, yeni anayasa önerilerinde Anayasa Mahkemesi’nin 17 üyesinden 14’ünün Cumhurbaşkanı tarafından atanacağı göz önünde tutulursa, bu hükmün Anayasa Mahkemesi’nin bağımsızlığı bakımından ne denli sakıncalar doğuracağı ortaya çıkıyor.)
ABD’de Anayasa Mahkemesi, hem Başkan’ın yetkilerini sınırlayan, hem de tüm gücün yasama organında toplanmasını engelleyen bir fren görevi görüyor. Çoğu ABD başkanları anayasa mahkemesinden şikâyetçi. Başkan Roosevelt “New Deal” yasalarını engelleyen anayasa mahkemesine öfkelenmiş ve “dokuz yaşlı adam” dediği yargıçları, mahkemenin üye sayısını 15’e çıkarıp boş üyelikleri kendi görüşlerini paylaşan yargıçlarla doldurmakla tehdit etmişti. Ancak, bunu gerçekleştirmeye cesaret edemedi. AKP’nin anayasa değişikliği paketine bakacak olursak, Sn. Başbakan’ın Başkan Roosevelt’ten daha cesur olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Yasama, yürütme ve yargı, yetkilerini anayasadan alırlar. Üç erk arasında bir alt-üst ilişkisi bulunmaz. O nedenle, “Ben seçilmişim, yargı atanmış. Atanmış seçilmişe nasıl engel olur?” demek, kuvvetler ayrılığı sisteminin temel felsefesi ile bağdaşmaz.
Anayasal demokrasilerde, yargı anayasanın verdiği yetkiye dayanarak, yürütme ve yasamayı denetler. Yürütme ve yasama yetkilerini hukuka uygun bir biçimde kullanmak zorunda. Yasama ve yürütmenin hukuk sınırları içinde kalıp kalmadığına yargı karar verir. Yargı denetiminin kapsamı konusunda siyasal iktidarla Anayasa Mahkemesi arasında bir yorum farkı varsa, esas olan mahkemenin yorumudur. Türkiye gibi, yasamanın yetkilerini yürütmeye devrettiği ülkelerde ise yargı denetimi büsbütün önem taşıyor.
Günümüzde yargıçların sadece ulusal hukuk normlarının değil, aynı zamanda uluslararası hukuk normlarının uygulayıcıları olmaları, yargının yetkilerini genişletiyor, yasama ve yürütme üzerindeki denetimini güçlendiriyor.
Yargının bir önemi, çoğunluk karşısında azınlığın hak ve özgürlüklerinin koruyucusu olması. Demokrasilerde çoğunluk kadar azınlık da önemli. Ancak bunun için, yüksek yargının siyasal iktidarla aynı görüşü paylaşan yargıçlardan oluşmaması, seçimi kazanan siyasal partinin aynı zamanda yargıya da egemen olacağı gibi bir sonuç çıkmaması gerekiyor.
Oysa, AKP’nin anayasa paketi bu tehlikeyi taşıyor. On yedi üyesinden en az 10 üyenin AKP ile aynı çizgide olduğu bir anayasa mahkemesinin, siyasal iktidara karşı fren görevi görmesi, azınlığı koruması beklenemez.
Rejimin adı demokrasi kaldığı sürece, ne başkanlık sistemi, ne de başka bir sistem yargının bu denli siyasal iktidara bağlı olmasına izin vermez. Başkanlık sistemine duyulan özlemin bir nedeni yargı denetiminden duyulan rahatsızlık ise, anayasa değişiklik paketi ile bu gerekçe ortadan kalkmış oluyor.