YazarlarRumlar gitti mirim

Rumlar gitti mirim

25.11.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Rumlar gitti mirim

Rumlar gitti mirim
Başaltından, üstüne renk renk çiçekler işlenmiş bohçayı aldı, açtı, üstündekileri çıkardı, dürdü büktü, tahtaların üstüne yerleştirdi, yeni çamaşırları çıkardı, ipek gömleğinin yakası, Halep işi, işlenmişti. Yeleği kırk düğmeli, en değerli mavi kumaştandı, çarçabuk giyindi kuşandı. Ah, şimdi bir, bir de boy aynası olsaydı da kendine şöyle bir baksaydı. Kıravatını çok güzel, özenle bağladı, incili iğnesiyle tutturdu, yaka cebine ak ipek mendilini soktu. Sıra kalpağa gelmişti. Kalpak büyücek bir ipek kumaşa sarılmıştı. Kumaşı açtı, kalpağı eline aldı, bu kalpak gerçek bir astragandı. Kalpağı uzun bir süre başına koymadı. Gözlerini dikmiş elindeki kalpağı seyrediyor, güzelliğine doyamıyordu.Kalpağı, önce Kuvayi Milliyeciler gibi yan geçirdi başına. El aynasında baktı, beğenmedi, düzeltti.Körüklü çizmesi Halebin en ünlü kunduracısının elinden çıkmıştı. Kutsal bir şeye dokunurcasına okşayarak ayaklarına çekti.Asker kaputunu altına koydu, küreklere oturdu, yavaş, bir damla su bile sıçratmadan küreklere asıldı. Kayık bir kuğu gibi kayıyordu.Kıyıya geldi, koya girdi, kayığı hızla kumlara sürdü, kayık, yarısına kadar denizden dışarıya çıktı kumların üstüne oturdu. Hiç bir şeye çarpmamağa çalışarak aşağıya indi. İskelede birkaç delikanlı dolaşıyordu, onları çağırdı, delikanlılar, hemen koştular."Buyur Beyim!""Şu kayığı karaya çekin."Delikanlılar kayığa yapıştılar, yarın dibine kadar götürdüler.Poyraz Musa onların ellerine birkaç kuruş sıkıştırdı, delikanlıların yüzü ışıdı."Ben kasabaya iniyorum. Kayığa mukayyet olun.""Başüstüne Beyim."Poyraz Musa?nın sesi öylesine buyurgandı ki, çocuklar neredeyse selama duracaklardı."Kayığa göz kulak olun!""Hep buradayız."

FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (3)


Kasabanın içine yollandı. Hemencecik de, aramadan, sormadan çarşıyı buldu. Çok uzun bir çarşıydı bu. Birinci berber dükkanını geçti, gerçekten de bu dükkan dökülüyordu. Birkaç dükkan sonra bir berbere daha geldi, dükkanın kapısında durdu, içerdeki posbıyıkları ak, göbekli berberi de gözü tutmadı. Az ilerde karşı sırada büyük bir tabelada "Uğur Berberi" yazıyordu. Karşıya geçti. İçerde uzun boylu, uzun boyunlu, düşük bıyıklı, orta yaşlı, sert yüzlü berber ayakta durmuş elindeki usturayı durmadan kılavlıyordu. Poyraz Musanın bunu gözü tuttu. Bu tip bir insan berberlerin en konuşkanı olabilirdi. Kapıya yöneldi. Daha o, kapıya varmadan kapı hemen açıldı. Berber, bütün ikiyüzlülüğüyle:"Buyurun efendim, buyurun mirim, hoş gelip sefalar getirdiniz," diyerek onu karşıladı, bir eli kapıda, bir eli yüreğinin üstünde.Poyraz Musa içeriye girince, berber çabucak gitti, omzundan aldığı havluyla koltuğu temizledi, "buyurun efendim, buyurun mirim, hoş gelip sefalar getirdiniz. Hoş geldiniz kasabamıza."Bir yandan konuşuyor, bir yandan da örtüyü Poyraz Musanın boğazına bağlıyordu.Dükkan çok eskiydi, dökülüyordu. Poyraz Musa belki dedesinden kalmıştır dükkan, diye düşündü."Benim adım, Uğur İncelik Berberi Nuri. Ben buraya İstanbuldan geldim. Beyoğlunda büyük bir berber salonum vardı, hem kadın ve hem de erkek. Dokuz tane kız erkek Rum kalfa çalışırdı yanımda. Felek gözün kör olsun, evin yakılsın felek." Durdu, derin derin içini çekti. "Biz böyle olacak adam mıydık! Harp çıktı, biz de bu kasabaya düştük, bu dükkanı belki yüz yaşında bir adamdan satın aldık. O adamın babası, dedesi de bu dükkanda icrayı sanat eylemişler. Biz bu yüzyıllık dükkanın raconunu bozmayıp ve hem de olduğu gibi, hem de antik olaraktan muhafaza ettik. Hiç bir iş de yok. Buralarda kimse tıraş olmuyor mirim, herkes bir kucak kirli sakalla, bellerine inen saçlarla dolaşıyor. Kokuyorlar mirim, kokuyorlar nuru aynım. Oysa eskiden bu dükkana şakır şakır altınlar yağardı." Eliyle dışarıyı gösterdi. "Şu evlerin,..." denize döndü, "tekmil şu adaların hepsi Rumdu. Onlar gitti, betbereket de onlarla birlikte başını aldı da gitti. Aaaah, biz böyle olacak adam mıydık! Bizim gibi berberler değil İstanbulda, Pariste, Atinada bile bulunmazdı. Efendimiz size birşey söyleyim mi, bu dünyanın hiç tadı kalmadı. Karnımızı bile zor doyuruyoruz."Mangalda kaynayan, duman çıkaran ibriğin üstüne biraz su daha koydu:"Saçlarınızı yıkayacak mıyım?"Poyraz Musa böylesi insanlarla konuşmasını eskiden beri çok iyi bilirdi, tok, tepeden bir sesle:"Yıkayacaksın!""Başüstüne efendimiz."Berber hazırlıklarını bitirdi, Poyraz Musanın saçlarında makas işlemeğe başladı. Usta berberlerin makasları uyumu hiç bozmadan, hiç aksamadan biteviye işler. Konuşsun, bağırsın, çağırsın, kulağının dibinde top patlasın makasın uyumu hiç bozulmaz."Ne dediler de bu Rumları buradan gönderdiler! İşte burada kardeş kardeş yaşayıp gidiyorduk. Onlar bize hiç bir şey yapmadılar ki... Onlar gidince betbereket de gitti. Evimizi yapacak bir duvarcı, bir marangoz, söküğümüzü dikecek bir terzi, saban demirimizi döğecek bir demirci, bir doktor, bir baytar, bir tekne ustası, bir motor tamircisi de kalmadı. Açlığa duçar olduk efendim, nuru aynım, mirim. Sizler okumuş insanlarsınız, bilirsiniz, Rumları niçin gönderdiler, ben bunu düşündüm de bir türlü çıkaramadım. Kim gönderdi bunları da bizi bu hale düşürdü?"Poyraz Musa sert, başını kaldırdı, az daha makas ensesine batıyordu. Biraz bekledi, sonra öfkeli konuştu:"Biz gönderdik beyefendi, biiiz!"Berber korktu, telaşlandı:"Demek zatıalileri... Demek, demek, demek siz... Zatıalilerinden hiç kötü bir şey sadır olur mu? Şeriatın kestiği parmak acımaz. O Rumların da ellerinin hüneri çoktu ya sürülmeyi, öldürülmeyi de hak etmişlerdi. Zatıdevletleri... Herhal haketmişlerdi."Poyraz Musa:"Tıraşa devam, berber. Şimdi benim sorduklarıma hiç çekinmeden cevap vereceksin. Korkma, tıraşa devam."Berberin elleri, titriyordu. Nerdeyse elindeki makas düşecekti."Korkma canım berber efendi, siz onlardan daha çok iş görebilirsiniz, ama biz onları sürdük. Aldırma."Kahkahayla güldü:"Geçmiş geçmiştir. Şimdi sen bana Kaymakamı, mal müdürünü, nüfus memurunu anlatacaksın. Bütün tecrübelerime dayanarak anladım ki, sen zeki, ömür görmüş, feleğin çemberinden geçmiş bir kişisin. Doğruyu dosdoğru söylersen bundan hiç bir zarar görmeyeceksin. Şimdi bana mal müdürünü anlat. Sen ne biliyorsun onlar için, halk ne söylüyor, hepsini anlat. Bundan çok faydan olacak.""Başüstüne efendim, başüstüne. Başım gözüm üstüne efendim. Başım gözüm üstüne."Berberin korkusu geçmiş, makas gene eskisi gibi şıkır şıkır biteviye işlemeğe başlamıştı."Anladım efendim ne düşündüğünüzü. Öyleyse sizi buraya Allah gönderdi efendim. Bu Kaymakam da, mal müdürü de milyoner oldular. Küp küp altın doldurdular. İstanbulda yalılar, saraylar aldılar. Nüfus memuruna gelince gariban bir kişi. Onu öldürsen rüşvet yemez. Bes onu öğeceksin. Onun dedesi Çeçen Hanı mıymış, Beyi miymiş neymiş. Diyeceksin ki ona senin soyunu bilmeyen var mı koskoca Osmanlı toprağında, İranda Turanda, şol Türkiye Cumhuriyettinde. Diyeceksin ki ona, git koskoca vatan kurtaran, kaplan yürekli, aslan yeleli, deniz gözlü, güneş saçlı Mustafa Kemale, bak, senin Han deden için ne diyecek. Bunları duyunca senin ayağının altına toprak olur. Senin için canını bile verir.""Anladım. Mükafatlandırılacaksın berber. Bu millete bu dostluğunu bu vatan hiç bir vakit unutmayacaktır. Yalnız sana benden bir dostluk öğüdü, bundan sonra tanımadığın kişilere Rumlardan bu şekilde bahsetmeyeceksin. Başına bir bela açarsın ki...""Tövbe, tövbe, estağfurullah tövbe... Tövbe, tövbe, haşa tövbe.""Hah şöyle.""Evet efendim, bunlar Rumlardan kalan bütün evleri, sözüm ona açık artırmayla sattılar. Yok, haşa, kimsecikler ne bir tarlanın, ne bir evin açık artırmayla satıldığını ne gördü, ne de duydu. Hep el altından sattılar. Hazineye üç kuruş yatırdılarsa, keselerine yüz kuruş attılar. Böylelikle Karun kadar zengin oldular. Bu kasabada onların rüşvetçiliğini yedisinden yetmişine kadar herkes bilir. Bir işin mi düştü Mal Müdürüne, kapıyı çalmadan içeriye gireceksin. İçerde birileri mi var, bekleyeceksin. O senin niçin beklediğini duruşundan anlar, odadakileri hemen başından savar, ayağa kalkarak elini sıkar, seni karşısına oturtur. Kahve söyler, sen hoş beşten sonra, daha ondan ne istediğini söylemeden keseye davranırsan, vereceğin altının sayısı ne istediğine bağlıdır, ama üç altından azını kabul etmez. Eğer üç altın yerine iki altın koyarsan önüne, çok öfkelenir. Hele tek altın koyarsan dayak yemeden, kim olursan ol, odasından çıkamazsın. Karşı koyacak olursan da dışardaki izbandut gibi adamları gelir, senin kemiklerini kırar, un ufak ederler."Berber hızını almış konuştukça konuşuyor, makas da aynı uyumda şıkırdıyordu.İbrikten ortalığa çoktandır sıcak bir buğu yayılıyordu.Berber leğeni getirdi, Poyraz Musanın boynuna yerleştirdi, sabunu köpürttü, usturayı birkaç kere kılavladı, ortalık buğulu bir sabun kokusuyla koktu.Berber bir anda sakalı sıyırdı aldı. Sabunlu suyu boşalttı. İbriğe soğuk su koydu. Kaynar su birazcık ılıdı. Kokulu bir sabunla Poyraz Musanın başı tertemiz oldu. Saçlar tarandı. Kolonyalar sürüldü. Ortalığı biraz daha yoğun kokulu bir buğu sardı.Poyraz Musa, Uğur İncelik Berberine yüklüce bir para verdi. Berber yerlere kadar eğilerek onu uğurladı."Yine beklerim sultanım efendim.""Gelirim berber efendi."Sonra aklına düştü, geriye döndü:"Buralarda şu çizmelerimi şöyle bir güzel boyayacak bir kişi var mı?""Amman efendim, amman sultanım ben sizin gibi bir Beyefendiyi hiç boyacının ayağına gönderir miyim, buyurun dükkana, oturun koltuğa, ben boyacıyı hemen alır getiririm. Ne zahmet sultanım, ne zahmet."Koluna girdi, dükkana soktu, koltuğa oturttu, yelyepelek dışarıya koştu, biraz sonra da boyacıyı kolundan tutmuş aldı getirdi.Poyraz Musa, ilk olaraktan, boyacının ellerine, sonra da sandığına baktı, evet, bu boyacıda çok iş vardı. Sandığın üstünde bir turna katarı sedef kakma, bir uçtan bir uca gidiyorlardı. Belki biraz yorgun. Bir de mavi sedeften bir yelkenli bir ağacın yanından sandığın ucuna dışarıya akıyordu.Boyacının elleri de sandığı kadar hünerliydi, çizmeyi kısa bir sürede boyadı, cilaladı, parlattı.Poyraz Musa boyacıya da hiç beklemediği kadar bolca bir para vererek oradan ayrıldı. Sora sora Mal Müdürlüğünü buldu, kapıdaki hademeye, dimdik durarak, sert:"Hemen git Beye söyle, zatını Poyraz Musa görmek istiyor de. Ve hem de böyle söyle."Mal Müdürü Abdülvahap Bey, onun gür, buyurgan sesini içerden duymuş ayağa kalkmış, kapıya yönelmişti. Abdülvahap Bey, bir insanın kim, neci olduğunu, Kuvayi Millici mi, Ağa mı, Bey mi, Müfettiş mi, subay mı, köylü mü, kasabalı mı olduğunu sesinden anlardı. Kapıda karşılaştılar."Buyurun efendim. Hoş geldiniz Poyraz beyefendimiz.""Hoş bulduk. Benim adım Musa.""Musa Beyfendimiz."Mal Müdürü ellerini oğuşturuyordu."Poyraz benim lakabımdır. Urfada Fransızlarla savaşırken bu Poyraz adını bana Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin arkadaşı Urfanın milli kahramanı Ali Saip Beyefendi koydu. Şimdi kendileri Adana mebuslarıdır.""Malumumuz efendim, biz de mingayrihaddin Çanakkalede, Sakaryada savaştık. Ölümcül yara aldık Afyon önlerinde, evet efendim.."Masanın önüne kadar gelmişlerdi. Müdür, Poyraz Musayı kolundan nazikçe tuttu öndeki sandalyaya oturttu, kendisi de karşısına yerleşti. Koltuğu boş kalmıştı. Poyraz Musa böyle oturtulmanın, kapıda karşılanmadan da daha çok bir saygı gösterisi olduğunu biliyordu."Ne içersiniz efendim.?""Bir sade kahve. Lütfedersiniz...""Bir sade. Bana da. Estağfurullah."Karşılarında el pençe divan duran hademe hemen koştu.Kahve gelinceye kadar, hal hatır sorup havadan sudan konuştular. Kahveler gelince, ikisi iki yerden höpürdettiler."Zatıalinizin hademesi de kahve pişirmesini bihakkın biliyorlarmış." Bir daha höpürdetti. El pençe divan duran hademeye döndü," teşekkür ederim sana. Çok güzel, köpüklü bir kahve yapmışsın.""Sağolasın Beyfendi hazretleri.""Çıkabilirsin."

Hademe, arka arkaya giderek odadan çıktı.

EN ÇOK OKUNANLAR

KEŞFETYENİ

İlgili Haberler