21.12.1996 - 00:00 | Son Güncellenme:
Umur Talu
EŞKIYA filminde "bir yıldız kaydığında bir eşkıyanın daha öldüğünün anlaşılması" gibi, bir "yıldız" daha kayar ve hayatınızın önemli bir parçasının öldüğünü hissedersiniz.
Sinemanın sadece sade bir seyircisiyim ve şu son "yıldız" kaydığında onun hayatımda ne denli varolduğunu hissettim.
Ona hayatımın hemen her evresinde başka başka "hayatlar"ı gösterirken rastladım ve "kendisi" olarak hep sevdim. Meğerse ne çok sevmişim.
Çok sevmiş olanlar dünyanın her tarafında çoktuk zaten.
Le Monde'un bu yıl yaptığı söyleşide, "Hayatı hep çok sevdim ve hayat da bana cömertlikle cevap verdi" demişti.
O da karşılığında hayatı çok sevdirdi; insanlara insanları cömertçe sundu.
Sekizbuçuk'ta Guido, Yabancı'da Mersault idi, Liza'da Giorgio, Roma'da kendisi, Merhaba Oyuncu'da Nicolas, Kadınlar Kenti'nde Snaporaz, Ginger ve Fred'de Pipo, Saat Kaç'ta Marcello'ydu...
Bir sürü hayatta bir dolu insanda hep farklı farklıydı ama hepsinin içinde onu, "kendisi"ni, Marcello'yu bulup severdiniz.
Geçen yılki filmi "Üç hayat ve bir tek ölüm" belki de ona çok uygun bir finaldi:
Üç ayrı kişilikte (Mateo, Georges, Luc) üç ayrı kimlikte (gezgin satıcı, dilenciliğe düşen antropoloji profesörü, güçlü işadamı) "tek bir insan"dı ve "tek bir ölüm"ü olmuştu.
Gezgin satıcı Mateo, bir başka adaşına, "Herkesin keyfi yerinde"deki "gezgin baba" Mateo Scuro'ya götürdü beni. (Bilmiyorum, "Scuro", yani "Koyu" soyadı özellikle mi seçilmişti.)
Büyüyüp dağılmış çocuklarını renkli, aydınlık, keyifleri yerinde bilen, fakat bulmak için peşlerine düşüp hayatlarının "koyu" karanlığını gördüğünde de iyimserliğini, iyi olmaları dileğini, "iyi" bir yalanı karısının mezarına kadar taşıyan babaydı.
Filme iki kişi gitmiştik. Aslında üç kişiydik. Dünyaya henüz gelmemiş olan, gelmek üzere olan, o sinema salonunda sık tekmeleriyle bizimle ve Mateo'yla birlikte olan bir bebekle.
Çocuklarının peşindeki gezgin baba, trende, yolda rastladığı herkese "Sor bana" diyordu. Ne yapıp ediyor, soruyu veriyor, herkese, çocuklarını sorduruyordu.
Mateo, sor banalarıyla, hayatın bir zaman sonra ve genellikle, çocukların peşinde bir gezginlik, daha doğrusu "çocuklarının mutluluğu peşinde bir gezginlik" olduğunu anlatıverdi.
Beş yıl sonra bunu daha da iyi anlıyorum.
Marcello geçen yıl bir başka röportajda, büyük kızı Barbara'yla bir anısını anlatmıştı. Kızı 16 yaşındayken başbaşa bir yemeğe gitmişlerdi. Yıllar geçtikten sonra (21 yıl önce) kızının günlüğünü bulmuştu: "Dün babamla yemeğe gittik. Hep işinden bahsetti. Ne sıkıcıydı!"
Baba, "Haklıydı, ona kendisiyle ilgili soru bile sormamıştım" diyordu. Pişmandı. Gezgin babayı oynarken belki o günlük de aklındaydı hep.
Düşlediği rolün "Tarzan" olduğunu söylemişti. "Ama genç, yakışıklı haliyle değil; yaşlı, yorgun, biraz hasta ve yalnız bir Tarzan."
Düş deyince... Napoliliydi ve "dünyada en az Amerikanlaşan tek kent"e aşkını, "Herkesin Napoliten olacağı bir gezegen düşlüyorum" diye ifade etmişti.
Herkesin, hüzünlü ve neşeli, öfkeli ve coşkulu, ama ille de "kendisi" olacağı bir gezegen.
Çok kimliğe bürünmüştü, çoğunu sevmiştim.
Ancak en çok "kendisi"ni.
Çok hayat olsa da bir tek ölüm vardı ve insan ölürken mutlaka "kendisi" oluyordu.
Son anında yanında iki kızının ve annelerinin olması hayatın (ve ölümün) ona son cömertliği oldu.
Hoşçakal ve ciao, Marcello, Mateo ve diğerleri.