Haberin Devamı

       OSMANLI'DA din - devlet ilişkilerini incelerken anahtar kavram "kanunname"dir. Padişahın sırf siyasi otorisine dayanarak çıkardığı 'kanun'ların toplandığı derlemelere 'kanunname', bunlarla oluşan hukuka da "örfi hukuk" denilmektedir ve Şer'i hukuk alanından daha geniş bir yasama alanını temsil etmektedir. Böylece devlet siyasi otorite olarak yasama faaliyetinde bulunmakta, Şeyhülislam ve Müfti gibi dini otoriteler siyasi otoritenin çıkardığı kanun'lara tabi olmaktadırlar.
İktisat tarihçiliğimizin büyük ismi rahmetli Prof. Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı'daki Şer'i hukuk'la Örfi hukuk ayrımını anlatırken, Şeyhülislamların da bunu kabul ettiğine dikkat çekiyor. Nitekim Şeyhülislam fetvalarında şu tarzda beyanlar vardır:
"Şer'i maslahat değildir, ulül emr (devlet) nasıl emretmişse öyle hareket lazımdır."
Barkan şu yorumu getiriyor:
"Türkiye'deki Şeyhülislamlık makamı, kanun'lar ile halledilen meseleleri yüksek bir devlet işi ve bir siyasi mesele addederek, bunları herhangi bir şekilde cerh ve münakaşa etmekten kaçınmaktadır."(1)
Kanunların yorumlanması konusunda idarecilerin Şeyhülislam veya Müfti'den değil, aksine Şeyhülislam ve Müfti'nin 'Nişancı'dan mütalaa sormaları da dikkat çekicidir. 'Nişancı' devletin en yüksek hukuk bürosunun başındaki mülki memurdur.
Fethedilen Balkan ülkelerinde eskiden uygulanan bazı kuralların devam etmesine ilişkin çok sayıda 'kanunname' de göstermektedir ki, Osmanlı'daki 'kanun' tatbikatı Şer'i değil, dünyevi - siyasi niteliktedir. Pakistan'lı Prof. Fazlurrahman da "Osmanlı kanunnameleri dünyevi hukuk külliyatıdır" diyor.(2)
Dünyevi, yani 'seküler.'
Prof. Barkan, "Türkiye'de Din ve Devlet İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi" konulu tebliğinde, "İslam medeni hukukunun aile ve miras hükümleri uygulanmakla beraber", kamu düzeni açısından büyük önem taşıyan mesela toprak meselelerinde miras intikalinin kanunnamelerle (Şeriattan) farklı bir şekilde düzenlendiğini anlatmaktadır. "Nizam - ı umura ve mesalih - i cumhura halel gelmegin", siyasi (seküler) otorite sosyal ihtiyaçlara göre yasama yapmış, zaman zaman bazı Şer'i hükümleri uygulamamış veya farklı uygulamıştır.(3)
Fatih devrinin idare adamı ve tarih - yazarı Tursun Beğ "Fatih'in Tarihi" adıyla bugünkü Türkçe'ye çevrilen "Tarih i Ebul - Feth" adlı eserinde yine iki hukuk sisteminin farklı niteliğini belirtiyor:
"Siyaset i ilahi ki ona Şeriat derler... Halis akıl üzere nizam ı alemin görünüşü için, Cengiz Han'ın yaptığı gibi olursa, olayları sebebine bağlarlar ve buna siyaset i sultani ve yasağ ı padişahi derler ki geleneğimize göre ona örf denir."(4)
İslamiyet de 'örf'ü hukuk kaynağı olarak kabul etmiştir. Osmanlı'da bu "siyaset i sultani ve yasağ ı padişahi" ya da "örfi hukuk" veya "kanunname" denilen 'dünyevi' nitelikli hukukun çok geniş bir tatbikat bulması, bizim toplumumuzda siyasi meşruiyetin kaynağının "devlet", yani siyasi otorite olduğu şeklinde kuvvetli bir gelenek oluşturmuş, böylece, bugünkü Türkiye'nin bir 'İran' ya da 'Arap' toplumu olmasını önlemiştir.
Osmanlı ve ona kaynak olan Selçuklu dönemlerindeki din - devlet ilişkileri konusunda daha geniş bilgi edinmek isteyenlere iki kaynak daha tavsiye ederim: - Prof. İnalcık'ın "Osmanlı Hukukuna Giriş, Örfi - Sultani Hukuk ve Fatih'in Kanunları" adlı makalesi,
- Fuat Köprülü'nün II. Tarih Kurultayı'na sunduğu "İslam Amme Hukukundan Ayrı bir Türk Amme Hukuku Yok mudur?" başlıklı tebliği.

Dini otoritenin siyasi otoriteye tabi oluşu toplumun dini dokusunun da 'uzun zamanlar'da büyük ölçüde devlet tarafından yoğurulması sonucunu doğurmuştur.
Devlet'in bu rolünü araştırırken, özellikle Mogol tahribatı döneminde Anadolu'da pek çok 'anti sosyal' ve 'anomik' tarikatın oluştuğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır.(5)
Böyle bir toplumun 'üstünde' Osmanlı otoriter yönetimi, devlet organı olan medrese'yi inançlar dünyasında egemen kılmaya çalışmıştır. 'Sosyal demokrat' eğilimli tarihçimiz rahmetli Prof. Mustafa Akdağ, 'şeyh' veya 'veli' denilen tarikat liderlerinin "manalar dünyasında uçtuklarını", buna karşılık medreseli "fıkıhçıların bu dünyada işe yarayan işlerle uğraştıklarını" belirttikten sonra diyor ki:
"Devlet demek Toprak Dünyasının idaresi demek olduğu için, 'velilerin' nüfuzları ne olursa olsun, fıkıhçılar - riyazetçilerin aksi - yani medreseliler siyasetteki mutlak üstünlüklerini daima korumuşlar, hele Osmanlılar, Türkiye'nin birliğini kurdukça, fıkıh ve onun temsilcisi olan medreseli - danişmend zümresi, toplumdaki nüfuzunu yeniden elde ederek, Anadolu Türk toplumunu tarikat şeyhi reislerin etrafında bir çok cemaatlere bölünmekten kurtarmışlardır ki, bu önemli siyasi başarı Türkiye'deki sosyal bünyenin İran veya Arap memleketlerindeki biçimde ilkel kalmasını önlemiştir..."(6)
Ahmet Hamdi Tanpınar, "Yahya Kemal"i anlattığı eserinde diyor ki:
"Hakikatte Yahya Kemal, müslümanlığı halkımızın saf ruhunun hem yapıcısı hem de en sahih aynası addediyordu... Kaç defa bana 'eğer tasavvuf ve Melamilik araya girmese idi, İngilizler gibi işinde ve ibadetinde çalışkan insanların cemaati olurduk' demişti... Melamiliği ve ona kaçan tasavvuf cereyanlarını, bilhassa XVII. asır sonu tarihimizi tenkit ederken, 'eline def alan ben Allah diyor, böyle bir cemiyeti nasıl idare edersiniz ve nasıl terakki ettirirsiniz' diye sık sık tenkit ederdi."(7)
Gerçekten Osmanlı'da bu anti - sosyal tarikatların üstünde medresenin 'fıkıhçı' anlayışının tesis edilmesi, bir de Yahya Kemal'in bu bakış açısından değerlendirilmelidir.
Meşhur tarihçi Paul Wittek, medreseli ulemanın rolünü anlatırken şunları yazıyor:
"Bir İslam devletinde ve hele bir Gazi devletinde, idare sistemini kurup işletecek yegane varlık, bu ilahiyatçılardı. Bu ulemalar, genç Osmanlı devletine ilk devir İslamlığının (Evail i İslam) prensiplerini getirdiler. Bu sulh sever ve müsamahakar İslamlar, idareleri altında bulunan ahalinin dinine karışmamayı tercih ediyor ve böylece gayrimüslim tebaadan tahsil ettikleri hususi vergi ile devlet hazinesine daha çok istifade temin etmek için, onları imanlarında serbest bırakıyorlardı... Bu ulemaların bulundukları yerlerde, bilhassa şehirlerde, gazilerin koyu taassubu, musamahakar bir din görüşüne yerini bıraktı..."(8)

Demek ki Osmanlı'nın devlet eliyle bir 'düzen' kurmasında, devlete bağlı medrese ve ulema (din alimleri) esaslı bir rol oynamıştır. Osmanlı'nın din alanındaki bu özelliği, Türkiye'nin Arap ve İran toplumlarından farklı oluşunun önemli sebeplerinden biridir: Araplarda aşiret reisi - şeyh - dini lider ayniyeti devam etmiş, bu durum bedavetten (göçebelik) çıkılmasını frenlemiş, yakın zamanlarda bile Arap dünyasındaki hareketleri etkilemiştir.
Nitekim Vehhabi hareketi böyle bir şeyh - aşiret - dini lider hareketidir ve Osmanlı'nın merkezi yönetimine başkaldırırken, eski devirlerin kabile hayatını özlemiş, Osmanlı'nın Arabistan'da yaptırdığı mimari ve medeniyet eserlerini tahrip etmiştir.
Arap Ortadoğusu hala aşiretçi sosyal yapıların ve kurumlaşmamış ceberrut siyasetlerin krizlerini yaşamaktadır. 'Radikal İslam' ya da 'devrimci İslam' tıpkı Baas gibi, Arap Sosyalizmi ve Pan - Arabizm gibi böyle kurumlaşmamış bir tarihi ve toplumsal yapının eseridir.
Osmanlı geleneğindeki 'nizami' din anlayışının bugünkü 'devrimci' ya da radikal İslamcı akımlar tarafından hiçbir şekilde referans kaynağı olarak görülmemesi, hatta ajitatif bir dille eleştirilmesi çok dikkat çekicidir.
İran'da merkezi siyasi otoritenin geleneksel zayıflığının yanında, Şiilikte özel bir karizmaya sahip olan mollaların 'toplumsal' gücü, 'uzun zamanlar'da Humeyni'yi hazırlamıştır.
Osmanlı'nın dini geleneği 'devrimci' değil, Yahya Kemal'in sözlerinden de anlaşıldığı gibi, muhafazakar bir hayat için ilham kaynağı olabilir... Zaten radikallerin referans ve ilham kaynağı, Osmanlı geleneğinin dışında Ortadoğu'daki akımlar ve İran'dır.
_______________________
1) İslam Ansiklopedisi, VI, sf.185 - 189.
2) Fazlur Rahman, İslam, 2. baskı, sf. 113)
3) Bol miktardaki örnekler için bkz. Ö. L. Barkan, "Türkiye'de Din ve Devlet İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi", TTK Yıllık Konferansları, Ankara 1964, sf. 50 - 97, özellikle sf. 15.
4) Tursun Beğ, Fatih'in Tarihi, Tercüman 1001 Temel Eser, sf. 22
5) Bkz. Prof. A. Yaşar Ocak, Kalenderiler, TTK yy. Ankara 1992.
6) M. Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, II, sf. 44 vd.
7) Tanpınar, Yahya Kemal, Dergah yy. İstanbul 1982, sf. 53.
8) P. Wittek, "Ankara Bozgunundan İstanbul'un Fethine", Batı Dillerinde Osmanlı Tarihleri, Türkiye Yynv. İstanbul 1971, sf. 57.

(Not: Bu yazı, Milliyet'in 'Gazete Pazar' ekinde yayınlanmıştır)




Yazara E-Posta: T.Akyol@milliyet.com.tr