YazarlarYapılaşma canavarı AltInoluk’da

Yapılaşma canavarı AltInoluk’da

19.08.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Yapılaşma canavarı AltInoluk’da

Yapılaşma canavarı AltInoluk’da


Bandırma feribotu güzel, şık, medeni... İnsanlarımız da feribot kadar medeni olsa, mükemmel bir yolculuk olacak ama... Herkesin çocuğu ayakta, feribotun içinde koşuyorlar, bağırıyorlar ve ağlıyorlar. Herkes çok rahatsız, bir tek annelerin gıkı çıkmıyor. Yerli yersiz çocuklarını azarlayıp döven insanlar, başkalarının rahatsız olması söz konusu ise umursamıyor.
Bandırma’dan Altınoluk’a doğru yola çıkıyoruz. Bu yol iki şeritli, daracık, en küçük bir kuralı bile ihlal etsen kaza kaçınılmaz... Susurluk’da mola... Ama ilk kez aklımıza gelen şey ayran değil ne yazık ki... Evet Susurluk’dayız, ellerimizde ayran bardakları ve nefis tostlar... Ve Susurluk’u düşünüyoruz gözlerimiz kapalı...
Altınoluk... Havası, suyu, denizi, zeytinyağı, oksijeni bol bir yöre. Dünyanın en oksijenli bölgesi. Astımlılar gidiyor, ilaç kullanmayı bile bırakıyor burada. Kimbilir ne güzellikler göreceğim hayaliyle gitmiştim ama o korkunç yapılaşma burayı da bir “canavar" gibi sarmış sarmalamış, berbat etmiş. Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, “yapılaşma canavarı" her güzelliği berbat ediyor. Her gittiğim yerden, “bu kadar çirkin yapıların bir arada bulunduğu başka bir yer yoktur herhalde" diye yazıyorum. A bir de bakıyorum ki daha da kötüleri var. Bir Yunanlı’nın söyledikleri anlatılıyor hep, “Evet bizim oralarda evler iki katlıdır, eski hep korunmuştur ama biz bunu yasalar böyle diyor diye değil, kendimiz böyle yaşamayı sevdiğimiz için yapıyoruz..." İşte düğüm burada. İnsanlarda bir estetik kaygusu uyanmasında...
Altınoluk Belediye Başkanı İsmail Aynur, ikinci dönem başkanlığını yapıyor ve nihayet bu sorunun çözüldüğünü anlatıyor; “300 metrekare arsaya, 45 metrekare tabanlı ve ancak iki katlı evlere izin verilecekmiş."
Zaten bu “deniz kentleriönde tatil sitelerinin suyu çıkmış. Ağaçları yok edip, çirkin taş siteler yapıyorlar. İnsanlar da kapış kapış buraları alıp, yılda birkaç kez gidiyorlar. Bomboş duran ölü evler cennet yerleri rezil ediyor. Niçin insanlarda bu merak var, niçin bunlara bir sınır getirilmiyor?
Altınoluk’un nüfusu kışın 10 bin civarında, yazları bunun en az on katına fırlıyor. O zaman da başta çöp toplamak olmak üzere, pek çok sorun ortaya çıkıyor. İnsanlarımız da sağa sola çöpleri saçıp, “belediye toplamıyor" diye feryat ediyor ve zaten belediyeler yapmaları gereken pek çok şeyi “paramız yok" gerekçesiyle yapamayınca işler çığrından çıkıyor.

Kaliteli bir festival
Altınoluk altı yıldır Antandros Festivali yapıyor. “Yaşama Saygı" konulu festivalde paneller, imza günleri, konserler düzenlenmiş. Her gösteriye katılım da çok fazla.
Bu festivalin böylesine başarılı geçmesini sağlayan ilk belki de tek kişi belediyenin Halkla İlişkiler Müdürü Gülçin Koç... Koç ve iki yardımcısı, pırıl pırıl genç kızlar, Yeşim Demirci ve Reyhan Alhan öyle bir çalışıyorlar ki, hem ev sahiplerine hem de konuklara bol oksijenli havada masaların başına geçip, rakılarını yudumlayarak, memleketi kurtarma konuşmaları yapmak kalıyor.
Adatepe neyseki Altınoluk’u unutturmayacak güzellikte. Birbirinden güzel ve bakımlı taş köy evleri... Minik bir köy meydanı, köy kahvesi... Yanımızda ev sahibimiz de sayılabilecek, sinema oyuncusu ve CHP Parti Meclis üyesi Berhan Şimşek. Bilgi Olgaç’ın İpekçe filmini anlatıyor. “İşte bakın bu duvarı ben boyamıştım... Filmdeki tır bu meydana girmişti..."
Zeus altarına çıkıyoruz... Manzara, kayalar, taşlar, Zeus altarı her şey nefis... Tarihi taşların içine bira kutuları, pet şişeler atılmış... Ne diyebilirsiniz buna... Derin bir of çekiyorsunuz

Assos... Mükemmel
Hafta sonu Asos’a kaçamak yapıyoruz. Işıl Özgentürk öyle bir anlatıyor ki burayı, gitmemek olmaz. Onun rehberliğinde Assos’a gidiyoruz, görüyoruz ve şimdiye dek buraya neden gelmemişiz diye dövünüp duruyoruz. Bir turkuaz deniz ki ısısını ayarlasam ancak bu kadar yapardım. Ne sıcak ne de dondurucu soğuk. Canlandırıcı dozda. O pis beton, taş binalar yok, denizden bakınca derme çatma olanlar da dahil, hiç çirkin bir şey görmüyorsunuz. Doğal, sıcak, sade... İbrahim’in yerinde bir balıklar yiyoruz ki, levrekler, çupralar, ev baklavaları, harika... Denize gir çık, ye iç, yedi milyon lira.
Geri dönüşte Altınoluk’a girdiğimizi, birden başlayan çirkin binalardan anlıyoruz. Türkiye’nin her köşesini SİT alanı ilan etmeli ki o yer artık çirkinleşmesin.
Güzelim yerleri böyle bozan, çıkarları uğruna oralara inşaatlar dikenlere, yine çıkarlarını gözetip bu yerlere izin verenlere lanetler yağdırıyoruz. Ne hakları var hepimizin malı bu güzel ülkeyi böyle çirkinleştirmeye?

Depremi unutmamak
Depremin üzerinden bir yıl geçti bitti. Söylenecek her şey yine, bir kez daha yazıldı. Geçen ay gittiğim Yalova’da, Değirmendere’de çadırda yaşayanlarla konuşmuştum. Bir yıldır çadırda yaşıyorlardı ve şimdi de en büyük korkuları çadırlarından çıkarılmak olasılığıydı.
Sekiz on kişi bir çadırın içindeydiler ve bu onların hayatta sahip oldukları tek “konforödu. Şimdi de buradan atılmak isteniyorlardı...
Ve yüzlerce isimsiz kahraman hala oralardaydı ve büyük bir özveriyle onlar için çalışıyorlardı...
Işıkara’nın dediği gibi “depremle yaşamaya alışmak" kolay olmasa da bir zorunluluk. Bilim adamlarımız da “mutlaka olacak, sekiz şiddetinde olacak, hayır, şiddeti çok olmayacak, parçalı fay, parçasız fay, iki yıl içinde olacak, 30 yıl içinde olacak" diye aralarında anlaşamadığına göre yapacağımız bir şey yok. Hadi oturduğumuz eve güveniyoruz diyelim, depreme bu evde yakalanacağımız ne malum? Kaskla ve çelik yelekle, ya da üç kağıtçı mucitlerimizin icat ettiği deprem yatağı, deprem masasının altında yaşayamayacağımıza göre, gerçekten yapacak bir şey yok. Neden yok?
Paramız yoksa evimizi çağırıp kontrol ettiremeyiz, çünkü son derece pahalı. Hadi kontrol ettirdik diyelim, bu “bilim insanlarıönın hangisine güveneceğiz, doğru ve gerçekten bilimsel bir rapor verdiklerini nereden bileceğiz? Evimiz sağlıksız raporu aldıysa, hangi parayla sağlam eve çıkacağız? Bundan sonra yapılacak inşaatların gerçekten kurallara uygun olduğunu nasıl anlayacağız?
Köşeye sıkışmış gibiyiz böyle...
Dünyanın şekli değişiyor
Hannover’deki Expo Fuarı’ndaki Fransız Pavyonu’nda yan yana üç ekran gördüm. Üçünde de dünya haritası vardı. Birincisi geçmiş, ikincisi bugün, üçüncüsü gelecek idi. Geçmiş ekranında, kara parçalarının yer sarsıntısıyla nasıl birbirinden kopup bugünkü duruma geldiği gösteriliyordu. Gelecek yazan ekranda olanlar ise çok ürkütücüydü. Kara parçasında bir hareketlilik başlıyor, karalar birbirine yaklaşıyor, denizler yok oluyordu. Bu bölge ise Anadolu toprakları ve Rusya Cumhuriyetleri’nin olduğu yerdi. Anadolu Marmara Denizi’ne doğru yaklaşıyor, denizi yok ederek, kendisi de yok oluyordu. Önünde uzun uzun kaldık ve tekrar tekrar seyrettik.
Bu gördüklerimiz, elbette binlerce yıl sonraya ait. Kuşaklar, kuşaklar, sayılamayacak kadar çok kuşaklar sonrası belki bunu yaşayacak. Ama yine de düşündürücüydü.

Zuhal ile Haluk
Altınoluk Belediyesi’nin yaptığı güzel işlerden biri açıkhava tiyatrosu. Dolu Düşün Boş Konuş’u burada izliyoruz. Başrollerde Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay var. İnsanların istemedikleri hayatları yaşadıklarına, dışarıya hep sahte davrandıklarına ilişkin bir oyun. Ama biz bu oyunda kahramanların iç seslerini de duyabiliyoruz. Davranışlarıyla düşüncelerimizin ne kadar farklı olduğunu açıkça görüyoruz...
Haluk Bilginer başrolde ve doruklarda. Bir fıkra anlatma sahnesi var ki, sırf bunu görmek için bile gitmeye değer. Zuhal Olcay da sahne için yaratılmış bir kadın. Hiçbir şey yapmasa sahne o geldiğinde doluyor sanki... Tüm kadro harika... Bu oyuna İstanbul’da bir kez daha gideceğim, çocuk ve cep telefonu sesi olmadan bir kez daha izleyeceğim doya doya. Siz de gidin mutlaka. Bizim ülkemizde, basın onları genellikle unutsa da, Zuhal’ler Haluk’lar da var...


Yazara E-Posta: dasena@milliyet.com.tr

EN ÇOK OKUNANLAR

KEŞFETYENİ

İlgili Haberler