Pazar "Ödülün gerçek sahibi lisanımdır"

"Ödülün gerçek sahibi lisanımdır"

10.12.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Geçen hafta Orhan Pamuk'u Nobel kürsüsünde dinlerken, ondan önce edebiyat ödülünü alanların yaptıkları konuşmaları merak ettim. 1901'den beri bu ödülü alan 102 yazar vardı. Ve hepsinin konuşmaları tarihe geçmişti. Bugün sizlere onların beşinden seçtiğimiz birkaç paragraf sunmak istedim

Ödülün gerçek sahibi lisanımdır

Diğer Nobelliler kürsüde ne demişlerdi? can.dundar@e-kolay.net Karakterler nasıl usta, yazarlar da çırak olur? Bu köy Ribatejo'nun Azinhaga köyüydü. İsimleri Jeronimo Meirinho ve Josefa Caixinha idi ve her ikisi de okur yazar değillerdi. Kış geldiğinde evdeki kaplardaki suları dahi donduran soğuk günlerde ağıla giderler, zayıf, çelimsiz domuzları getirip yataklarına alırlardı. Battaniyelerinin altında küçük hayvancıkları donmaktan ve hastalanmaktan kurtarırlardı. Her ikisi de kibar insanlar olmalarına rağmen, onları böylesi bir davranışa yönelten merhamet duyguları değildi. Onları ilgilendiren, duygusallıktan uzak, günlük yaşamlarını korumak ve idame ettirmekti. Çoğu zaman büyükbabam Jeronimo'ya domuz çobanlığında yardım ederdim. Evin yanındaki sebze bahçesinde toprak kazar, ateş için odun keser, su pompalayan büyük demir çarkı çevirir dururdum. Kuyudan su çeker, omuzumda eve taşırdım. Mısır tarlasındaki bekçiden gizli olarak büyükannemle gün ağırırken, elimizde tırmıklar, çuval ve iplerle tarlaya girer, ekinden arta kalanları toplar, hayvanlara yem yapardık. Bazen de sıcak yaz gecelerinde akşam yemeğinden sonra büyükbabam bana, "Jose, bu akşam ikimiz incir ağacının altında uyuyacağız" derdi. İki incir ağacı daha vardı ama büyükbabamın bahsettiği en büyük ve en yaşlı olandı. Evdeki herkes için incir ağacı, o incir ağacı demekti. Gecenin huzurunda, ağacın yüksek dallarının arasında bir yıldız görürdüm; yavaşça yaprakların arasına gizlenirdi. Gökyüzünden akan bir nehir görürdüm; bu parlak samanyoluydu; köyde taktığımız isimle "Santiago yolu"... Uyku vakti geciktikçe büyükbabam hikayeler anlatmaya başlardı. Efsaneler, hayaletler, hikayeler, eski ölüler, küçük kavgalar, atasözleri, bitmek bilmez dedikodular, bir yandan beni uyanık tutarken bir yandan da ninni gibi gelirdi. Ben uykuya daldığımda susar mıydı yoksa anlatmaya devam mı ederdi, bilmiyorum. Uzunca bir sessizlik olduğunda "Sonra ne oldu?" diye sorardım; hikayeyi belki kendi için, belki unutmamak için, belki de her seferinde daha zenginleştirmek için yeniden anlatırdı. O yaşta, büyükbabam Jeronimo'nun dünyada her şeyi bilen tek kişi olduğunu düşünürdüm. Sabahın ilk ışıklarında kuş sesleriyle uyanırdım. Uyandığımda büyükbabam yanımda olmazdı. Beni uyandırmadan hayvanlarıyla tarlaya gitmiş olurdu. Battaniyemi katlar, çıplak ayak -köyde 14 yaşıma kadar çıplak ayakla dolaştım- saçlarımda saman parçalarıyla, evin yanındaki domuz ahırına giderdim. Büyükannem her zaman büyükbabamdan önce kalkar, önüme büyük bir fincan kahve ve bir parça ekmek koyarken akşam iyi uyuyup uyuyamadığımı sorardı. Eğer büyükbabamın hikayeleri yüzünden kötü bir rüya gördüğümü anlatacak olursam beni daima, "Büyütme, rüyalarda hiçbir şey gerçek değildir" diyerek rahatlatırdı. Büyükannem de bilge bir kadındı ama büyükbabam gibi olamazdı. O, incir ağacının altında yanında torunu Jose ile yatan ve bir sözüyle dünyayı yerinden oynatan adamdı. Sadece birkaç yıl sonra, büyükbabam bu dünyadan göçüp gidince ve ben bir yetişkin olduğumda anladım ki, büyükannem de rüyalara inanırmış. Bir gece halen yaşamakta olduğu kulübenin kapısında oturarak gökyüzündeki yıldızlara gözünü dikip "Hayat çok güzel. Ölmek zorunda olmam ne yazık" demesinin başka sebebi olamazdı. Ölümden korktuğunu söylemezdi ama ölüm için "Ne yazık" derdi. O evin kapısının önünde otururken düşündüğüm, o evde domuzlarıyla çocuklarıymış gibi birlikte uyuyan, bu dünyadan göçerken sadece "Hayat çok güzel" diye üzülen, öleceğini hissettiğinde bahçesindeki ağaçlarla tek tek vedalaşan, onlara sarılan ve onları bir daha göremeyeceğini bildiği için ağlayan domuz çobanı, hikaye anlatıcısı büyükbabam Jeronimo'ydu.Yıllar sonra ilk kez büyükbabam Jerenimo ve büyükannem Josefa hakkında yazarken fark ettim ki, ben sıradan insanları edebi karakterlere dönüştürüyorum ve belki de bu, benim onları unutmama yöntemim. Tanıdığım en bilge adam ne okuma ne de yazma biliyordu. Sabahın dördünde, yeni bir gün Fransız topraklarına yavaş yavaş yayılırken yatağından kalkar, karısı ve kendisinin geçimini sağlayan yarım düzine domuzu otlatmaya giderdi. Annemin ailesi böyle bir fakirlik içinde, küçük bir üretme çiftliğindeki domuzlarını sütten kesildikten sonra komşulara satarlardı. Felaketlerle dolu son dünya savaşı sırasında küçük bir çocuktum ve Japon takımadalarından Shikoku adasında uzak, ormanlık bir vadide yaşamaktaydım.O zamanlar çok etkilendiğim iki kitap vardı:"Huckleberry Finn'in Maceraları" ve "Nils'in Harika Serüvenleri"... O günlerde tüm dünya dehşet içindeydi. "Huckleberry Finn"i okuyarak, geceleri ormanlık dağlara çıkıp, içerlerde hiçbir zaman bulamadığım bir emniyet duygusuyla ağaçların arasında uyumamı meşrulaştırdığımı hissediyordum.Nils'in serüvenlerindeki kahraman, kuş dilinden anlayan küçük bir yaratığa dönüşüp maceralı bir yolculuğa çıkmıştır. Hikayede çok çeşitli duygusal hazlar buldum. Öncelikle, aynen yıllar önce atalarımızın yaptığı gibi, Shikoku adasında bir ormanın derinliklerinde yaşıyor olmanın ve oradaki yasam biçiminin gerçekten özgürleştirici olduğunu keşfettim. İkincisi, küçük yaramaz bir oğlan olan ve yolu İsveç'ten geçmekteyken yaban kazlarıyla işbirliği yapıp onlar için savaşarak, hâlâ da masum ama kendine güvenli ve alçakgönüllü bir çocuğa dönüşen Nils'e sempati duyup; kendimi onunla özdeşleştirdim. Sanıyorum hikayeden aldığım en büyük zevk, anlatımındaydı. Çünkü Nils gibi konuşurken kendimi arınmış ve coşku dolu hissediyordum. Sonunda eve döndüğünde Nils, anne babasına şöyle bağırır:"Anne, baba! Ben büyüdüm artık. Yeniden adam oldum!" Japonya, bilinmeyenler ve bendeniz Bu benim için sıradışı bir olay. Şimdiye kadar birçok okuma metinleri verdim ama hiç konferans vermedim. Konferans vermemi isteyen insanlara "Verecek dersim yok" derdim. Bu bir gerçek. Hayatının neredeyse 50 yılında kelimeler, duygular ve fikirlerle uğraşmış bir adamın anlatmak için kendisine fazladan birkaç yedek ayırmaması tuhaf gelebilir. Ama benimle ilgili değer taşıyan her şey kitaplarımda var. Bunlar dışında benimle ilgili hiçbir şey henüz şekillenmiş değil. Pek farkında değilim ama galiba onlar gelecek kitabı bekliyorlar. Bunlar -şansıma- bana yazarken sürpriz bir şekilde gelecek. Yazarken aradığım şey, işte bu sürpriz unsuru... İki dünya Bu konuşma çoklarınızca bilinmeyen bir lisanla yapılıyor. Ama bu ödülün asıl sahibi odur. Dolayısıyla kültürünüzün ve medeniyetinizin saklı cennetinde ilk kez çağlıyor demektir. Bunun son kez olmayacağına dair büyük bir umudum var. Umarım ki, halkımın yazarları, hüzünlü dünyamıza neşe ve bilgelik ruhu taşıyan uluslararası yazarların arasında olmanın onurunu yaşayacaklardır. Saklı cennette çağlayan lisan 14 yıl önce yazdığım romanım "Fare", fareye, daha doğrusu laboratuvar faresine yazılmış bir methiyedir. O fare, şimdi Nobel Ödülü alıyor. Bizim beyaz saçlı, kırmızı gözlü laboratuvar faresi, Gine domuzundan Asya maymununa kadar milyonlarca deney hayvanının temsilcisi olarak sonunda hakkını aldı.Nobel alan birçok çalışmayı veya eczacılık alanındaki keşifleri, gen araştırmalarını herkesten çok ona borçluyuz.O zamandan beri mısır ve diğer sebzeler az veya çok yasal olarak klonlanabildiler. Bu yüzdendir ki, romanın sonuna doğru kontrolü ele alan fare adam, "Watsoncricks" olarak anıldı. İki soyun en iyilerini birleştirdiler. İnsanların içinde fareden epeyce bir şey vardı; farelerde de insanlardan...Ve dünya bu sentezi, sağlığını yeniden kazanmak için kullandı. Devam edecek

Yazarlar