Siyaset Eleştiri sınırlarını aşıp kampanyaya çevirdiler

Eleştiri sınırlarını aşıp kampanyaya çevirdiler

20.01.2009 - 02:02 | Son Güncellenme:

‘Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler, başlıklı araştırmanın kamuoyunda yarattığı yankı, araştırılması gereken sosyolojik bir olaya dönüştü. Bu tepkiler, Türkiye’de özellikle cumhuriyet döneminde düşünce hayatımızı ikiye bölmüş olan din, modernite ve laiklik konularında farklı görüşte olan kesimler arasında uzlaşı sağlanmasının ne denli güç olduğunun göstergesi’

Eleştiri sınırlarını aşıp kampanyaya çevirdiler

PROF. DR. BİNNAZ TOPRAK Bahçeşehir Üniversitesi

Haberin Devamı

Bu yazıda, İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener’le birlikte yürüttüğümüz araştırma hakkında yayımlanan eleştirileri değerlendirmek istiyorum. Yazının bugünkü bölümünde genel yorumların yanı sıra “İslami kesimden,” özellikle Fethullah Gülen hareketi çevresinden gelen eleştirilere değineceğim. Yarınki bölümünde ise kamuoyunda “liberal aydınlar” tanımlamasıyla bilinen kesimden pek çok kişinin, bu araştırmaya neden tepki gösterdiğini ele alacağım.
Bir meslektaşım, “Bu çalışma Türkiye’nin iki kez röntgenini çekti” dedi. “İlki sonuçlarıyla, ikincisi tepkileriyle.” Sonuçları kamuoyuna açıkladığımız 19 Aralık 2008 tarihinden bu yana, araştırma hakkında yazılı basında ve görsel medyada 700 civarında haber/tartışma/köşe yazısı/yorum yer aldı. Araştırmanın kamuoyunda yarattığı bu yankının, ayrıca araştırılması gereken sosyolojik bir olaya dönüştüğü kanısındayım.
Bu tepkileri, Türkiye’de Tanzimat’tan bu yana ve özellikle Cumhuriyet döneminde düşünce hayatımızı ikiye bölmüş olan din, modernite ve laiklik konularında farklı görüşte olan kesimler arasında uzlaşı sağlanmasının ne denli güç olduğunun bir göstergesi olarak okuyorum. Türkiye bugün halkın birlik ve beraberlik içinde yaşadığına dair söylevlerin gerçeği örtmeye yetmediği bir bölünmüşlük yaşamakta. Araştırmamızın bulguları ve gösterilen tepkiler, temel ilkeler üzerinde uzlaşmış, farklılıkların zenginlik olarak görüldüğü, ortak bir vizyonu ve kaderi paylaşan insanlar topluluğu görünümü vermiyor.

Haberin Devamı

ELEŞTİRİLER SONUÇLARI TARTIŞMAYA YÖNELMEDİ
Böyle olmadığı içindir ki araştırmanın başlattığı tartışmanın, soğukkanlı ve ortak akıl üretmeye yatkın olduğunu söyleyemeyeceğim. Dil cambazlıklarıyla işi hakarete döken bir kaç “yazıyı” dışarıda bırakacak olursak, ne yazık ki araştırmaya yöneltilen eleştirilerin hemen hemen tümü sonuçların tartışılmasına yönelmek yerine, bilimsel olmadığı iddialarının arkasına sığınmayı yeğledi.
Sonuçlar, “İslamiyet’te ötekileştirme yoktur” türü daha çok din âlimlerinin alanına giren ancak sosyal gerçeklikle ilgisi olmayan önermelerden tutun, “Anadolu’da zaten eskiden beri önyargılar mevcuttu” türü kabullenmelere kadar geniş bir yelpazeyi kapsadı. Oysa kaleme aldığımız araştırma raporu, bu coğrafyada tarihsel arka plandan kaynaklanan dışlanma ve baskı örnekleri ile AKP iktidarının kadrolaşması ve Fethullah Gülen hareketinin Anadolu’daki faaliyetleri sonucunda yeni ortaya çıkmış bir iklimin tezahürleri arasındaki farkı ayırmaya çalışmıştı.

Haberin Devamı

BİRİ DIŞINDA BÜTÜN KENTLERE BEN DE GİTTİM
Bilimsellik kıstası, araştırmanın metodolojisine yönelik itirazlara ilişkindi. Önce şunu belirteyim ki, araştırmayı yürütenlerin “sıradan gazeteciler” olduğu ve benim, bu arkadaşlarımın bulgularına imza atmaktan öte pek bir şey yapmadığım iddiası gerçekleri yansıtmıyor. Çalışmayı birlikte yürüttüğüm arkadaşlarımın özgeçmişlerine bakma zahmetine katlanılacak olunursa, “sıradan gazeteciler” olmadıkları anlaşılabileceği gibi, rapor okunduğunda onlarla birlikte, tek bir kent hariç, tümüne gittiğim görülecektir.
İkincisi, araştırmayı Açık Toplum Enstitüsü’nün “yaptırttığı” iddiası da doğru değil. Bu konuyu onlara ben götürdüm ve Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Projeleri fonlarıyla birlikte, mali desteklerini istedim. Araştırmanın kurgulanması, yürütülmesi ve yazılım aşamalarında bu kurumların hiçbir müdahalesi olmadı.
Sonuçlardan ve rapordan bu kurumlar sorumlu tutulamaz. Bunu vurgulamanın özellikle önemli olduğunu düşünüyorum çünkü Zaman gazetesi ve Aksiyon dergisinde yayınlanan iki yazıda, Açık Toplum Enstitüsü Yönetim Kurulu Başkanı’nın raporu eleştirdiği ve benimsemediği belirtildi. Her çalışma tabii ki, destek veren kuruluşların yöneticileri ve çalışanları dahil, herkesin eleştirisine açıktır.

Haberin Devamı

İSLAMİ KESİMİ DEĞİL, ONLARIN DIŞINDAKİ KESİMİ ARAŞTIRDIK
Üçüncüsü, İslami kesim ve özellikle örtünen kadınlar hakkında yapılmış olan araştırmalarda, diyelim ki, örtünme konusunun neden başı açık kadınlar yerine sadece örtülü kadınlarla konuşulduğunu sorgulamayı aklına bile getirmemiş olanların, bu çalışmada “sadece laik kimliktekilere” bakılmış olmasını metodoloji açısından eleştirmelerini anlamakta zorluk çekiyorum.
İslami kesim çalışmaya dahil edilmedi, çünkü bu araştırma onları değil, bu çevrenin dışındakileri irdelemeye yönelikti. Tıpkı, ölümcül hastalığı olan insanların ne hissettiklerini anlamak için gidip sağlıklılarla konuşulamayacağı gibi. Kimi liberal yazarların iddia ettiği gibi, araştırma evrenini İslami kesime “düşmanca” bakan kişi ve gruplarla sınırladığımız da doğru değil. Konuştuğumuz Alevilerin, gençlerin, Kürt kökenli öğrencilerin, solcuların, kadınların, Romanların, esnaf ve işadamlarının çoğu laiklik konusunu yaşamlarının merkezine oturtmuş kişilerden oluşmuyordu.

Haberin Devamı

BENİM METODUMU ELEŞTİRENLERİN HİÇBİR ARAŞTIRMASINA RASTLAMADIM
Dördüncüsü, akademik çevrelerde bile sosyal bilimlerin kullandığı metodolojileri iyi bilen ancak tek tük akademisyen varken, Türkiye’de bu kadar çok sayıda bu metodolojilere hakim kişi olduğunu bilmiyordum. Ne var ki, bu “metodologlarımızın” hiçbirinin yürütmüş ve yayınlamış olduğu bir araştırmaya rastlamadım.
Raporun uzunca bir bölümünü metodoloji tartışmalarına ayırdık. Okunursa görülebileceği gibi, kamuoyunda “bilimsel” geçerlilik kıstasına uygun tek yöntem sanılan anket çalışmaları kanalıyla toplumsal gerçekliğin her boyutunun irdelenmesi mümkün değildir. Sosyal bilimcilerin uğraş alanına giren konuların çoğu, anket çalışmalarına elverişli de değildir. Sosyal bilimler, bu tür pozitivist bilim anlayışından çoktan uzaklaşmıştır.
Bu nedenledir ki farklı mekân ve zamanlarda meydana gelmiş olayların karşılaştırılması sonucunda bir örüntü ortaya çıkartmak, araştırdığınız toplulukla antropologların yaptığı gibi uzun süreler birlikte yaşamak, derinlemesine mülakatlar yaparak insanların anlam dünyalarını keşfetmeye yönelmek sosyal bilimcilerin sık başvurdukları metodoloji örnekleri arasındadır. Bu tür metodolojiler, araştırılan evrenin tümü hakkında genelleme yapmaya müsait değildir, ancak o evren hakkında bize önemli bilgi sunar.

CİDDİYE ALINMASI GEREKEN BİRÇOK SORUNSAL ORTAYA ÇIKTI
Bu araştırmada derinlemesine mülakat yöntemini kullanarak bir yıllık sürede 401 kişi ile gö-rüştük. Oysa bu yöntemi kullanan araştırmalar, çok daha az sayıda kişiyle yapılır. Yöntemi eleştirenler 401 kişinin nasıl olup da Türkiye hakkında genelleme yapmamıza olanak tanıdığını sorguladılar. Bu çalışmadan böyle bir genelleme yapılamayacağını, ancak, 401 kişiyle yaptığımız mülakatların sonuçlarının ciddiye alınması gereken bir çok sorunsalı ortaya çıkardığını defalarca yazmış ve söylemiş olmamıza rağmen.
Bunun da ötesinde kimi yazarlar, konuştuğumuz kişilerle “on dakika”, hadi bilemediniz “bir saat” zaman harcadığımızı, oysa derinlemesine mülakatların çok daha zaman gerektirdiğini belirttiler. Bizimle birlikte olmadıkları için ne kadar zaman harcadığımızı bilme imkânları olmaması bir yana, bu tür kısa konuşmalarla yetinebilseydik, çalışmanın saha araştırması safhası bir yılımızı almazdı.

GÜLEN HAREKETİNİN DIŞLAYICI TAVIRLARA KARŞI ÇIKMASINI BEKLERDİM
Araştırmaya yöneltilen eleştirilerin çoğu Fethullah Gülen hareketine yakın gazete, dergi, ya da televizyon kanallarından geldi. Hatta, eleştiri sınırlarını aşıp aleyhimizde “kampanyaya” dönüştü. Gülen hareketi içinde şahsen tanıdığım ve saygı duyduğum isimlerden yola çıkarak, bu araştırmada bahsedilen ve farklı kimliktekilere karşı uygulanan dışlama, aşağılama, hatta kimi zaman şiddete varan davranışlara, benzer baskılardan mustarip olmuş “İslami kesimin”, özellikle diyalog/birlikte yaşamak/kültürel çeşitlilik gibi ilkeleri önemsediği belirtilen Gülen hareketi mensuplarının, karşı çıkmalarını beklerdim.
Oysa bu yapılmadığı gibi, raporda bahsedilen insanlara ve kesimlere empatiyle bakan, bu anlatılanları ciddiye alıp tüm Müslümanların bu tür ayrımcılık ve ötekileştirmeyi kınaması gerektiğini dile getiren tek bir ses duymadım. Bu tavrın, Gülen hareketinin diyalog ve uzlaşı çağrılarına ağır bir darbe indirdiği kanısındayım.

FARKLI OLMAK TÜRKİYE’DE HERKES İÇİN SORUNLUDUR
Yürüttüğüm pek çok araştırmada ve yayınladığım yazılarda İslami kesimin Cumhuriyet elitleri tarafından marjinalleştirildiğini, siyasi güç odaklarından, sosyal statü gruplarından, entelektüel prestij dünyasından dışlandığını, karikatürleştirildiğini, vb. temaları ele aldım. Örtünen kız öğrencilerin üniversitelere devam edememelerini bir hak ihlali olarak gördüğümü belirttim. Ancak, Türkiye’de dışlanan ve baskı gören insanların sadece İslami kesimden olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenlerdir ki, bu araştırmada İslami kesim dışında kalanları ele aldık. Saptadığımız tablo, Türkiye’de farklı olmanın her kesimden insanlar için sorunlu olduğunu ortaya çıkardı..

GÜLEN HAREKETİNDE DİYALOG VE HOŞGÖRÜ ÖNEMSENİYORSA
Bu özgeçmişimi bildikleri halde Gülen hareketinin aleyhimizde yürüttüğü kampanyanın arka planında, tabii ki bu hareket hakkında raporda yer alan bölümler var. Bu konuda bilgi toplamak amaçlarımız arasında değildi. Ancak, konuştuklarımızın tümü, sormadığımız halde bize Gülen hareketini anlattıkları için duyduklarımızı rapora eklemek zorunda kaldık. “Baskı” denince insanların bu hareketi anlatmaya başlamaları, hareket içinde gerçekten diyalog ve hoşgürüyü önemseyenlerin düşünmesi gereken bir sorun. Oysa, araştırma aleyhine yürütülen kampanya bırakın bu tür bir özeleştiriye girişmeyi, hakkında övgü dışında söz söylemenin bile diyalog ve uzlaşı gibi kavramları nasıl unutturabileceğini gösterdi.
Rapor hakkındaki eleştirilerde, Gülen hareketi hakkında bize anlatılanların ne gibi yanlışlar içerdiğinin sorgulandığına rastlamadım. Bulunabilen tek yanlışımız, öğrenciler için düzenlenen yemek davetlerinde ikram edilen etli pilavın isminin “maklube” yerine “makrube”olarak yazılmış olması idi. Araştırmamız hakkında Zaman ’da birer yazı yayınlayan Ekrem Dumanlı ve Ali Bulaç bu affedilemez hatayı, araştırmamızın ne denli gayr-ı ciddi olduğunun kanıtı olarak gösterdiler. Oysa, bize “makrube” olarak aktarılan bu kelimeyi tabii ki araştırmış, ancak Osmanlıca ve Türkçe sözlüklerin hiçbirinde bulamadığımızı belirtmiştik. Üstelik, “maklube” kelimesi de hiçbir sözlükte yok.

“IŞIK EVLERİ DENETLENSİN” DEDİĞİMİZ İÇİN DEVLETÇİ İLAN EDİLDİK
Araştırmamız da, Gülen cemaatine ait Işık Evleri’nde kalan öğrencilere giyim kuşamlarından dinledikleri müziğe, seyrettikleri televizyon programlarından okudukları kitap, gazete ve dergilere, karşı cinsle arkadaşlık edebilmekten geceleri sokağa çıkmaya kadar pek çok yasak konduğu hakkındaki şikayetleri aktardığımız, evlerde görevli “ağabeyler”, “ablalar” ve “imamlar” kanalıyla üniversite öğrencilerinin bugüne kadar takip edilmiş olan eğitim felsefesinden farklı bir dünya görüşüne sahip olmaları için yaşamlarının şekillendirildiği, kız öğrencilere örtünmeleri doğrultusunda telkin yapıldığı vb. uygulamalar karşısında Işık Evleri’nin denetime tabi tutulması gerektiğini söylediğimiz için “devletçi” bir bakış açısına sahip olmakla da suçlandık.
Neo-liberal öğretilerin devletin rolünü arka plana itmiş olması, günümüzdeki modern devletlerin eğitim, sağlık ve benzeri hizmetleri tüm vatandaşlarına sunmakla yükümlü olduğunu, devletin basma kumaş, lastik ayakkabı ya da şeker üretimi yapmasıyla gençleri eğitmenin aynı kategoride sayılamayacağını unutturmuş gözüküyor.
Türkiye’de sosyal devlet kavramı büyük ölçüde bir anayasa maddesi olarak kaldığı için olsa gerek, çağdaş demokrasilerin hemen hemen tümünde devletin yerine getirdiği bu tür hizmetler eskimiş bir devletçilik anlayışının göstergesi sanılıyor.

EKREM DUMANLI TEOLOJİ İLE SOSYOLOJİYİ KARIŞTIRIYOR
Ekrem Dumanlı’nın 22/12/2008 tarihli Zaman’da yayınlanan yazısı, bize yöneltilen bu kampanyaya en iyi örnek. “Vahim araştırma, “sapır sapır dökülüyor”, “her satırında önyargının izlerini taşıyor”, “gerçekleri tahrif ediyor”, “uzayda yapılmış olmalı” türü yargılarla karaladığı araştırma için kullandığı dil ve üslup, çok önemsediğini anladığım “gerçek” bilimsel yazıların dili ve üslubu değil.
İtirazının en önemli gerekçesi Müslümanlıkta bu tür dışlamaların olmadığını söylemesi. Tele-vizyon programlarında aynı itirazı Ali Bulaç da dile getirdi. Tabii ki yok. Tüm dinler gibi Müslümanlık da insanlara karşı merhametli olmayı, kimseyi dışlamamayı, dürüst ve doğru davranmayı, Allah’ın rızasını almak için yanlışlara sapmamayı, yardım ve dayanışmayı öğütler.
Hayatımda karşılaştığım gerçek dindarlar, bu niteliklere sahip olmak için çaba sarf eden kişilerdir. Ancak, tüm dindarların böyle olduklarını söyleyebilmek olsa olsa teoloji ile sosyoloji birbirine karıştırıldığında mümkündür.

AKP VE GÜLEN HAREKETİNİN BU BULGULARI ÖNEMSEMELERİ GEREKİR
Raporda bahsedilen baskı ve dışlama örneklerinin ille de iktidardaki Adalet ve Kalkıma Partisi’nden ya da dini cemaatlerden kaynaklandığı doğrultusunda bir yargıya da varmadık.
Ancak, ortaya çıkan tablonun hem AKP hem de cemaatlerle bağlantılı olabileceğini, tam da bu nedenle AKP’nin üst yönetiminin ve Gülen hareketinin kanaat önderlerinin araştırmanın bulgularını önemsemeleri gerektiğini söyledik.
Bir parti ya da hareketin amaç ve niyetlerini belirleyen lider ya da kanaat önderlerinin, kendi adlarına yerel düzeyde neler yapıldığını bilmeleri ve önlem almaları tabii ki önemli. Ellerine güç geçtiğinde, sıradan insanların neler yapabileceğini tarih okuyan herkes bilir.

İNSANLAR FARKLI OLANLARA KARŞI DUYARSIZLAŞTI
Etyen Mahçupyan’ın Taraf gazetesinde yayınladığı bir yazıda dile getirdiği gibi, dindar kesim tarafından “topa tutulmamız” - ki Mahçupyan bunu “epeyce haklı bulduğunu” belirtiyor- Türkiye’deki bölünmüşlüğün, aynı zamanda insanları kendilerinden farklı olanlara karşı ne denli duyarsız yaptığının da bir göstergesi.
Raporda kaleme alınan hikayeleri siyaseten değerlendirip dışlanan, hor görülen, dayak yiyen, hakarete ve şiddete maruz kalan, iktidar odaklarına uzak oldukları için itilip kakılan insanlara empati duyulmamasını anlamak mümkün değil.
Üstelik bu duyarsızlığın, araştırmanın metodolojisine yöneltilen itirazların arkasına sığınarak gizlendiğini görmek daha da üzücü.

Prof. Dr. Binnaz Toprak kimdir?

Eleştiri sınırlarını aşıp kampanyaya çevirdiler

1942 yılında doğan Prof. Dr. Binnaz Toprak, 1976 yılından 2008 yılı eylül ayına kadar Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. ABD’deki New York City Üniversitesi’nde “Türkiye’de İslam ve Siyasi Gelişmeler” konulu doktora yapan Toprak, Koç Üniversitesi ve Minnesota Üniversitesi’nde de ders verdi. Geçen yıl emekli olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne veda eden Toprak, Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne geçti. Toprak’ın Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından yayımladığı araştırmaları gündem oluşturdu. 2000 ve 2006’da Doç. Dr. Ali Çarkoğlu’yla yaptığı “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” araştırmaları, 2004’te Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte hazırladığı “İş Yaşamı, Üst Yönetim ve Siyasette Kadın” adlı araştırma, kamuoyunda yankı buldu. 2008’de yaptığı “Türkiye’de Farklı Olmak, Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” büyük tartışmalara yol açtı.