The Others Etnik temizlik skandalı

Etnik temizlik skandalı

30.08.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Etnik temizlik skandalı

Etnik temizlik skandalı

İsveç'in unutmak istediği ırkçı utanç sayfası ülkede şok yarattı

İsveç'in dillere destan sosyal refah devleti sisteminin temelinde feci bir etnik temizlik kampanyası olduğunun ortaya çıkması, sadece bu ülkede değil bütün dünyada şok etkisi yarattı. Nazi tarzı zorunlu kısırlaştırma kampanyası nedeniyle şimdi devlete binlerce tazminat davası açılabileceği bildiriliyor. Sosyal Hizmetler Bakanlığı konuyla ilgili bir araştırma komisyonu kurulacağını açıkladı. Diğer İskandinav ve kuzey ülkelerinde de yaşanan bu karanlık tarih sayfasıyla ilgili skandalı arkadaşımız Osman İkiz Stockholm'de izledi.
"İdeal" bir toplum yaratmak için, safkan olmayanları kısırlaştırıp nesillerini tüketmenin adını ne koymalı? Dünyada ilk kez 1921'de İsveç'te kurulan Irk Biyolojisi Enstitüsü'nün "İdeal kuzey tipi" diye afişler bastırmasının arkasında ne gibi düşünceler vardı? Aklınıza hemen Nazi Almanyası ve Hitler geliyor değil mi?
Irkçı Hitler ile diktatör Stalin'in cinayetleri dünyayı sarsarken dikkatlerden neler kaçmamış ki... Meğer Hitler, Yahudileri gaz odalarında katlederken, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya ve Estonya da boş durmamış. Onlar da kuzey ırkına uymayanları kısırlaştırmış.
Hitler'in cinayetlerini çılgın bir ırkçılıkla açıklıyoruz; peki İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya'da olanları nasıl açıklamalı? Üstelik bu ülkelerde, kısırlaştırma gibi gayri insani politikaların başını sosyal demokratlar çekmişse?
Onlar politikalarını "ideal toplum kurmak için, uygun olmayan nesillerin çoğalmasını önlemek" diye açıkladılar. Üstelik bu görüşü savunanların başında Nobel Ekonomi Ödülü sahibi sosyal demokrat düşünür Prof. Gunnar Myrdal ile eşi Nobel Barış Ödülü sahibi Alva Myrdal da vardı. Kafatası ölçülmesi için yetkililere gönderilen genelgelerin altındaki imza da sosyal demokratların efsanevi lideri Tage Erlander'indi.
Bugün dünyada insan hakları şampiyonluğu yapmakta olan İsveç'in tarihinde böyle bir utanç sayfası bulunduğundan pek çok kimsenin haberi yoktu. Çünkü okul kitaplarında ve ansiklopedilerde, ne 60 bin kişinin kısırlaştırılmış olduğundan, ne de Uppsala'da 1921'de kurulmuş olan, Nazi Almanyası'nın da örnek aldığı "Devlet Irk Biyolojisi Enstitüsü"nden söz ediliyor.
Ama, tarihçi Gunnar Broberg'in kitabı ve Polonya asıllı gazeteci Maciej Zaremba'nın 19 - 20 Ağustos tarihli Dagen Nyheter gazetesinde yayımlanan araştırmasıyla, bu unutmak ve unutturulmak istenen utanç döneminin üzerindeki perde aralandı.
Irk Biyolojisi Enstitüsü 1921'de ilk kez İsveç'te kurulurken, ideal toplum yaratabilmek için, safkan kuzey ırkından olmayanların, sosyal yaşama aykırı düşenlerin, özürlülerin, suç işleyenlerin ya da suç işlemeye yatkın olanların nüfus içinde artışını önlemek amacıyla kısırlaştırılmaları gereği üzerine görüşler de ileri sürülmeye başlandı.
Bu görüşü savunan kesimlerin başını da Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü çekiyordu. Refah toplumunu kurmak üzere kolları sıvamış olan sosyal demokrat hükümet de, "yetersizlerin çoğalmasını önlemek" diye formüle edilen bu görüşü benimsedi. Hitler zeka özürlülerin kısırlaştırılmasını 1933'te yasa haline getirince, benzer bir yasayı İsveç Parlamentosu da 1935'te oybirliğiyle kabul etti.
Diğer kuzey ülkeleri de aynı çizgiyi izledi ve 1935 - 1976 arasında, yaklaşık olarak Norveç'te 40 bin, Danimarka'da altı bin, İsveç'te de 60 bin kişi kısırlaştırıldı. Yasalarda kısırlaştırmanın isteğe bağlı olduğu yazılıysa da, uygulamada çeşitli baskı yollarına başvurulduğu görüldü.
İsveç'te tüm çingenelerin ve "Tattare" denen gezici işçilerin sayımı yapılması için 1942'de Müşavir Tage Erlander imzasıyla genelge çıkartıldı. Bundan önce 1937'de Tattare'ler hakkında "farklılar" diye bir rapor hazırlanmıştı. Rapordan sonra yapılan değerlendirmede Tattare'lerin asimile edilebileceği görüşü ağırlık kazanmasına rağmen, gelecek nesillerde bozuk huyların çıkmasından endişe edildiği için, kısırlaştırma politikası tercih edilmiş ve sayım başlatılmıştı.
1945'de kafatası ölçümleri bitince Tattare'lerin İsveçli oldukları ortaya çıktı ama Sosyal Hizmetler Genel müdürlüğü bu sonucu kabullenmedi. UNESCO'nun ırk kavramının ırkçı bir anlamda kullanılmasına karşı çıktığı 1950'ye kadar da Tattare'ler için "karşı ırk" denildi ve çok sayıda Tattare kısırlaştırıldı.
Kısırlaştırma politikası üzerine doktora çalışması yapan Maija Runcis, yasalar sadece gönüllü kısırlaşmaya izin verdiğinden, yetkili kurumların kurban seçtikleri kişiler için "akli dengesi yerinde değil" diye düzmece rapor düzenlettiklerini ortaya çıkardığını söylüyor.
Belgeler kısırlaştırılanların yüzde 95'inin kadın olduğunu göstermekte. Özürlüler okuluna alınanlar da, okul bitiminde, kısırlaştırılmayı kabul etmezlerse yaşam boyunca en kötü koşullarda çalıştırılmakla tehdit ediliyordu.
1940'lı yıllarda kısırlaştırmanın artması biraz da, ileriki yıllarda refah devleti ilkelerine uygun olarak çocuk yardımının başlatılacak olmasıydı. Refah toplumuna katkıda bulunmayanların, yardımlardan da yararlanmaması gerektiğini işaret etmek isteyen Gunnar Myrdal, "Çocuk yardımı kötü kalıtımsal özellikleri olanların artmasına yol açabilir" uyarısında bulunuyordu.
İstenmeyen özelliklerde insanların çocuk yardımından yararlanmak için durmadan doğuracaklarından korkulduğundan, çocuk yardımının başladığı 1948 yılında 2264 kısırlaştırma operasyonuyla rekor kırıldı. "Hak etmeyenler yok olsun" mantığına dayanan kısırlaştırma operasyonlarının fiili olarak 1960'ların ortasına kadar sürdüğü iddia ediliyor.
1935'te sessizce başlanan ırk ıslahına 1976'da yasa kaldırılarak gene sessizce son verildi. Kısırlaştırma politikası 1930'larda bütün dünyada esmiş olan "ırk ıslahı" rüzgarıyla açıklanmak istendi, ancak araştırmalar bunun böyle olmadığını gösteriyor.
Toplumu yetersiz insanlardan arındırma, birçok Avrupa devletinde tartışılmasına rağmen, bunu uygulayan sadece birkaç devletti. Ve bunların başını 60 bin kişiyi kısırlaştıran İsveç çekti.
Diğer ülkeler ise altı bin kişinin kısırlaştırıldığı Danimarka, 40 bin kişinin kısırlaştırıldığı Norveç, Finlandiya, Estonya ve sadece bir İsviçre kantonu ile Nazi Almanyasıydı.
Ama şaşırtıcı olan Almanya'da sadece Naziler döneminde ve sadece akli dengesi bozuk olanlar kısırlaştırılırken, sosyal demokratların hegemonyasındaki kuzey ülkelerinde, refah devletinin kuruluşunda köstek görülen kişilerin kurban seçilmesi. Kısırlaştırma yasalarının İsveç parlamentosunda oybirliğiyle kabul edilmesi, kilisenin buna izin vermiş olması da üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta.
Yakın tarih üzerindeki perdenin kaldırılması, politikacıların ikiyüzlülüğünü de gözler önüne serdi.
Sosyal Güvenlik Bakanı Margot Wallström, olayın geniş yankı yaratması ve kısırlaştırma politikasının kurbanlarından bir kadının, geçen yıl tazminat talebiyle hükümete yapmış olduğu başvurusunun reddedildiğini açıklaması üzerine, olaylardan büyük üzüntü duyduğunu ve mağdurlara tazminat verilmesi için konuyu hükümete götüreceğini bildirdi.
Meğer, kadına geçen yıl gönderilen mektubun altında, bu bakanın imzası varmış ve mektupta uygulama yasalar uyarınca yapılmış olduğu için tazminat ödenmeyeceğini bildirmiş. Demek bakanın düşüncesini değiştirmesi için olayın gazetelerde çarşaf gibi yazılması gerekiyormuş!