Doğan Heper

Doğan Heper

dheper@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

‘6-7 Eylül olayları” her eylül ayında sil baştan gündeme gelir. Bu defa eylül ayı olmadığı halde yine “6-7 Eylül olayları” konuşuluyor. Bu kez o olayları konu alan bir film nedeniyle.
Ben bu filme henüz gitmedim ama 6-7 Eylül olaylarını birçoğunuz gibi, yaşadım. Ve o günlerde meydana gelen olayların münakaşalarını TV’lerde izledim.
İlginç bir tartışma da geçen gece “Teke Tek” programında vardı.
Bu programda konu “6-7 Eylül olayları tertip miydi?” cümlesiyle özetlenebilirdi.
En dikkat çekici konuşmacılardan biri ise 6-7 Eylül olayları sırasında İçişleri Bakanı olan ve 27 Mayıs’ta intihar eden Dr. Namık Gedik’in oğlu Arda Gedik’ti.
Gedik, aksini savunanlara karşı kesin konuştu: “6-7 Eylül olayları o günkü hükümetin tertibi değildir.”
Hatta Gedik, emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’na, “Kanaatim budur demekle olmaz, 6-7 Eylül olaylarının olacağından hükümetin haberi var diyorsanız, delilleri açıklayın” diye de adeta meydan okudu.
Gedik 6-7 Eylül olayları için hükümetin “Yassıada’da bile suçlanmadığını” söyledi.
* * *
6-7 Eylül’ün kilit ismi Oktay Engin olarak biliniyor. Engin sonradan vali de olmuştu.
Onun, Selanik’teki Atatürk evine bomba koyduğu iddia edilmişti, o da konuştu ve özetle şunları söyledi:
“Ben Atatürk’ün evine bomba atmadım. Bunu söyleyenleri, yazanları mahkûm ettirdim.
O günleri bilmeden bugün yorum yapılamaz.
O günlerde Kıbrıs’ta her an Türklere karşı katliam bekleniyordu.
Selanik’te, Atatürk evinin olduğu mahalle Türk mahallesidir. Ama bu mahalleye Türkiye’den gelen ve Türklere karşı kuyruk acısı olan Rumlar yerleştirilmişlerdi.
İşte bombayı onlar atmış olabilir.”
* * *
Tertip var mıydı, yok muydu?
Olsa da olmasa da olay yüz kızartıcıdır. Hele hükümetin olayların büyümesini önleyememesi affedilir gibi değildir. Toplum psikolojisi, tahrikten yağma uman bazı kişiler yüzünden şaha kalkmıştır, onlar yüzünden olaylar çığırından çıkmıştır.
Ben 6-7 Eylül’ü yaşadım, dedim.
Evimiz İstanbul Aksaray’daydı. Meydanda Vangel’in işkembe çorbası dükkânı adeta yerle bir olmuştu. Vangel, o iri cüssesiyle kapının önünde oturmuş, ağlıyordu.
Yedikule sapağındaki bir dükkânın sahibi kızgın kalabalığa bir başka dükkânı tarif edip “Onun da sahibi gâvur, oraya da gidin” diyordu.
Kumkapı’da bir topluluk, kilisenin çanını söküp aşağıya atmaya uğraşıyordu.
İstiklal Caddesi eşyayla kaplıydı, vitrinler paramparçaydı.
Kumaş topunu biri açıyor, diğeri keskin bir bıçakla ikiye bölüyordu.
Gece yarısı dönüşte Galata Köprüsü’ndeydik. Adamın biri akordeonla, bizim bilmediğimiz parçaları çalarak(!) ilerliyordu... Köprü başlarını tutan polis, çalınan parçalardan anladı ve akordeon meraklısı ama daha çalmasını bile bilmeyen yağmacıyı köprü altı karakoluna aldı!..
* * *
Tertip var mıydı yok muydu? Bu münakaşa yapıladursun, benim bugün bile, olanlardan yüzüm kızarıyor. Bu yüzden, hükümetlerin dışta ve içte dirayetli olması lazım, diyorum...

Haberin Devamı

PARDON!..
“11 ay yattım hâlâ suçumu bilmiyorum”.
Bunu, Silivri Cezaevi’nden salıverilen gazeteci Vedat Yenerer söylüyor. Peki hapiste kaldığı 11 ay ne olacak? “Hayatımın en kötü, en acı, en üzücü günleri bu 11 aydır” diyor, Yenerer.
Peki “pardon” deyip kapatılacak mı, kapanır mı bu acı günler? Bunun müeyyidesi yok mu? Bu haksızlığı yapanlar ellerini kollarını sallayıp aramızda nasıl dolaşacaklar; dolaşabilirler?

Haberin Devamı

Hem İsa’ya hem Musa’ya
“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözü sanki Tayyip Erdoğan için söylenmiş. Ama, yalnız evindeki bulgurdan olsa yüreğimiz yanmayacak, olan Türkiye’ye oluyor.
Bakın ABD’deki Yahudi lobisi aleyhimize döndü. Yalnız onlar olsa, “Adam sen de!” diyeceğiz, ama ya Mısır? Mısır, Gazze sınırındaki Türk heyetine adeta zulüm yaptı ve uzun süre bekletti. Hem de Fransız, Alman ve İrlandalı heyetlerin geçişine hemen izin verdiği halde.
Obama’nın temsilcisi Gazze için 7 ülkeyi dolaşmaya başladı ama listede Ankara yok. Ne demeli; beceriksizliğimizle “İsa’yı da Musa’yı da” kızdırıyor muyuz ne?

Haberin Devamı

İYİ İNSAN
Orhan Duru...

Orhan Duru da aramızdan ayrıldı.
Ankara ondan sorulurdu.
Her gün birçok kez telefonla konuşurduk. Şimdi sayısını unuttum. Önce itiraz ederdim, sonra, bakardım, istenen haberi en mükemmel şekilde geçmiş.
Edebiyatçı kişiliği haberlerine aksederdi. Yani hitap ettiği kitleyi bilirdi. Haberleri herkesin anlayabileceği şekildeydi, okununca anlaşılırdı. Bilmece yazmazdı. Yazdırmazdı!..
Sonra, Orhan İstanbul’a geldi. Mehmet Ali Birand’ın Milliyet’teki kısa süren yöneticiliği sırasında o da görevlendirilmişti.
Bu dönemde de burun büyüklüğü yapmadan gece gündüz Milliyet için elinden gelen çabayı gösteriyordu.
Çünkü o, gazeteci olmaktan önce, iyi bir insandı.
Sonra günler geçti. Orhan artık Milliyet’te değildi.
Ama yine arada görüşebiliyorduk. Her cumartesi Beyoğlu’nda “Saki” de bir araya geliyorduk.
Bir süre sonra Orhan buluşmaları aksatmaya başladı, sonra da hiç gelmedi. Hastalığı ilerlemişti.
Pazar gününe kadar.
O gün Orhan Duru’nun hayat “hikâyesi” de sona erdi...
Huzur içinde yat kardeşim, ne mutlu sana ki arkanda olumlu izlenimler bıraktın...

10’DU, 9 OLDU
Hakkâri demek zor

Hasan Abi’nin geçen gün yazısını okuyunca ben de gerilere gittim. Ne kadar gerilere? Yılını söylemeyeceğim, yaşım ortaya çıkar!.. Bana “55-60 yaşlarında gösteriyorsun” diyorlar da!..
Neyse, gelelim Hasan Abi’nin yazısına.
Yazının sonunda Hasan Pulur, “TRT dışında Hakkâri diyebilen spiker var mı?” diye soruyor. Yani telaffuz bozukluklarına “Hakkâri” kelimesiyle işaret ediyordu.
Bu bana lise bitirme sınavımı hatırlattı.
Sınav coğrafyadan idi ve imtihan sözlü yapılıyordu.
Ben anlatıyorum, mümeyyizler dinliyor. Ve aldığım notu bana bildiriyorlar:
“On alacaktın, ama Hakkâri’yi doğru telaffuz edemedin onun için bir notunu kırıyoruz. Dokuz”.
Spiker olmaya ne lüzum var? Madem bu kelime Türkçede kullanılıyor, öyleyse doğru telaffuz edilecek. Lise öğrencisi de olsan bu böyle...
Ama bizim spikerler göz önünde olan insanlar, hep onları dinliyoruz ve dinlerken ben çoğu zaman şunu söylüyorum, “Be kardeşim, şu elindeki metni bir kez okuyup öyle çıksan ya ekrana, olmaz mı?”
Ha, benim “Hakkâri” maceram bitmedi, sonu da var.
O günden beri, yani lise bitirme sınavından beri “Hakkâri” kelimesini çok lazım olmadıkça kullanmıyorum. Ne olur ne olmaz yine yanlış telaffuz ederim diye.