SAN FRANCİSCO
Küçük veya büyük ekranda, yani televizyon serilerinde veya sinemalarda seyrettiğimiz bir husus son derece doğru:
Los Angeles polisi kadar "rüşvetçi polis" dünyada pek az var.San Francisco polisi de ondan aşağı kalmıyor.
Peki, her hangi bir ülkede polis bunu tek başına yapabilir mi? Yani,
"yukardan" destek bulmaksızın?
"Destek" yerine
"ortak" da diyebilirsiniz.
Amerika'da, aşağıdan yukarıya böyle mevkilerin sahipleri hep seçimle oraya geliyorlar:
Şerifinden savcısına, çok zaman
yargıçına, her zaman ve mutlaka
belediye başkanına, valisine...Gene küçük veya büyük ekrana dönelim: Genç bir savcı, genç bir yargıç, bazen bir belediye başkanı veya vali
"rüşvete, rüşvetçiler"e karşı savaş için kolları sıvar. Kavgasında müthiş zorluklarla karşı karşıya gelir. Ümitsizliğe kapılır gibi olur. En sonda davasını kazanır. Vaktiyle böyle rolleri
Gary Cooper, James Stewart gibi jönprömiyerler oynardı.
Robert Redford'lar onların yerini aldılar. Şimdi, daha yenileri var.
Ancak, konunun ele alınış tarzı bile gösteriyor ki Amerika'nın kamu hayatında bunlar birer
"istisna". Genelde rüşvet veya rüşvetçilik,
"sokaktaki adam" için,
"iyi iş gören" bir görev sahibinin tekrar seçilmesinin engeli değil. Hatta bunlardan bazıları adaletin hışmına uğradıklarında, ceza görüp cezalarını çekince eski makamlarına
"halkın oyu" ile yeniden getiriliyorlar. Bu sıralar, bunlardan biri, eski
Louisiana valisi
Edwin Edwards. Hırsız olduğunu herkes biliyor. Fakat tam
otuz yıldır politikada.
1960'larda Kongre üyesi.
1970'lerde iki defa
Louisiana valisi. Peşpeşe iki defadan fazla vali seçilemediğinden dolayı bir dönem ara:
"1983'de tekrar vali.
1991'de tekrar vali. Bu süre içinde tam
iki düzine yolsuzluk tahkikatının hedefi. Nihayet şimdi bir jüri kendisini 17 konuda suçlu ilan ediyor. Bunlardan sadece ikisinin cezası
20'şer yıl hapis.
Edwin Edwards'ın bu vesileyle verdiği demeç şu:
"Bir Amerikalı olduğum için iftihar ediyorum ve böyle bir sisteme sahip bulunmamız büyük bir nimet!"İşin tuhaf tarafı
Bu tarz sistemlerde
"en büyük düşman" daima basın hürriyetidir değil mi? Bu tarz sistemler önce basın hürriyetini ortadan yok etme hedefi güderler.
İşte Avrupa'daki
eski Sovyet peykleri. Bunlar bağımsızlıklarına kavuştuklarında temiz bir başlangıç yaptılar ve basın hürriyetini baş tacı ettiler. Fakat yavaş yavaş yolsuzluk ağları onlardan bazılarını sardığında, bu bazılarında
"rüşvet ve irtişa" en yüksek makamların korumasına girdiğinde, o düzeyde ortaklıklar kurulduğunda palalar önce medyaya çekildi.
Milletlerarası Basın Enstitüsünün (IPI) son kınamaları en ziyade onlara dönüktür:
Macaristan'a,
Romanya'ya, eski
Yugoslav devletlerine, hatta
Çek cumhuriyetine... Şimdi bunlara
Polonya katılmış bulunuyor. İspat hakkının orada da artık son derece kısıtlandığının
Cumhurbaşkanı Kwasniewski tarafından açılmış bir hakaret davası vesilesiyle ortaya çıkması beni
1955 - 1960 arasının DP iktidarı yıllarına geri götürdü.
Fakat, işte işin tuhafı, Amerika'da hem rüşvetçi valinin
"nimet" dediği sistem var; hem basın hürriyetini bu sistemin dişi kesemiyor.
Bir
Amerikalı televizyoncu geçenlerde
Boston'da sordu:
"Sizde bir gazeteci Başbakanın hırsız olduğunu yazabilir mi?" - "Yazabilir". - "Hapsedilmez mi?" - "Hapsedilmez". - "Ne olur?" - "Şikayet varsa, mahkemeye gider. Orada kendisinden, Başbakanın hırsız olduğunu ispat etmesi istenilir". - "Sonra?" - "İspat edemezse o, ederse Başbakan hapse girer".
Biraz düşündü:
"Öyleyse sizde basın hürriyeti var" dedi.
Tabii, mekanizmanın
teoride öyle olduğunu,
pratikte pek de böyle işlemediğini söylemedim.
Yazara E-Posta: m.toker@milliyet.com.tr