Atatürk laisizminden bu yana geçen zaman, "toplumu müslüman olan bir laik devlet" kurmanın güçlüğünü gözlerin önüne sermiştir. Demokratik hayata geçtiğimizden itibaren de bunu yaşatmanın, sürdürmenin güçlüğünü görmekteyiz. Her an artan bir yoğunlukta..
Bir bakıma iki güçlük aynı tabiata sahiptir: Siyaset adamının, toplumdaki dini duyguları istismar hevesi. Bunun "geçici bir kolaylık"ı bulunduğu muhakkaktır. Geçenlerde The Washington Post bunu bir başyazısında belirtiyordu: Mısır'da Mübarek, resmen ABD yanlısı bir politika izlerken - bunun için her yıl 2 milyar dolar almaktadır - "kontrolü altında tuttuğu ulema ve medya" vasıtasıyla Batı karşıtı, modern devlet karşıtı, Yahudi karşıtı bir havayı kamuoyunda estirmektedir. Bu suretle "siyasi İslam"ı kendi yanında tutmakta, "radikal İslam"ı - Mısır'da "Müslüman Kardeşler" - kelepçeleyebilmektedir. Tabii o, kelepçesini kırıp, Sedat'a karşı yaptığı gibi, tabancasını ateşleyinceye kadar.. Aynı oyunun "resmen ABD müttefiki" Suudi Arabistan'daki senaryosunu ise başka bir Amerikan gazetesi, The New York Times açığa vurmaktadır: Ülkedeki okul ve medreselerdeki mecburi din dersinin 10. sınıfında "bütün müslümanların birbirlerine karşı dayanışma içinde olmaları, müslüman olmayan herkesi ise kendi düşmanı bilmeleri" öğretilmektedir. New York'taki "11 Eylül'ü yapanlar"ın çoğunluğunun Suudi kökenli olması ve her yerdeki "radikal İslam"ın Suudi parasıyla beslenmesi sebepsiz değildir. Mübarek, Suudi hanedanı, onun gibi "ABD müttefikleri" böylece kendi otoriter yönetimlerini sürdürmekte; ABD'nin de bu metoda karşı hiç bir itirazı bulunmamaktaydı. "11 Eylül"ün ABD'nin gözünü ne derece ve ne zamana kadar açtığı son derece şüphelidir. Bugünkü "şartlar" yarın değiştiğinde Amerika'nın İslam'a bugünkü yaklaşımının da - laik devlete övgü - değişmeyeceğinden hiç kimse emin bulunamaz. Bundan dolayıdır ki Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'ni laik bir devlet olarak kurarken İslam dininin ne kendisi, ne yerine geçecekler, ne de yabancı güçler tarafından kullanılmasının kapısını kapatmıştır.
Kendisi kullanmamıştır. Yabancı güçlere egemen olamazdı. Ama "yerine geçenler"den bir kısmının 1950'den bu yana - bunların sayısı ve etkinliği, yönetimin iyi veya fena olmasıyla orantılı artıp azalmaktadır - o kapıyı araladıkları, hatta büsbütün açmaya çalıştıkları saklanabilir mi? Şimdilerde kendilerini "Türkiyeli Müslüman" ilan eden ve "Müslüman Türk"leri yeteri kadar müslüman dayanışmasına sahip saymayanların türemesi, seslerini bazı partilerde, bazı yayın organlarında duyurması bunun sonuçu değil midir?
Bu aslında "millet - ümmet" anlayışı farkının hortlatılma gayretidir. Atatürk'ün ölümünün 63. yılında dışardan gelen hoş seslerle gevşeme yerine "Demokratik tabiatlı laik Cumhuriyet"i koruma ve kollama görevini yüklenmiş bulunan güçlerin, yani sivil ve askeriyle ülkenin sağlam kuvvetlerinin "uyanıklık hali"ni sürdürmeleri daha doğru bir harekettir. Zira 11 Eylül terorizmi İslam aleminde genel bir kınamayla karşılanmış da olsa ona Afganistan'da verilen beceriksizce karşılık müslümanlararası dayanışmayı arttırmıştır; hele bunun Ramazanda da sürdürülmesi ihtimali daha endişe vericidir. Bu, İslam'daki "ümmet tabiatı"nın ekmeğine yağ sürecektir. İslam'ın fakir kütleleri fakirliklerinin sebebi diye şeytan taşlamayı arttıracaklardır. Halbuki toplumlarda fakirlik, bilim ve teknolojide geri kalmaya başladığında artmaktadır. Yeni çağlarda İslam yerini Batıya onun için terketmiştir. Çağdaş uygarlık o yüzden Batıda gelişimini sürdürmüştür. Atatürk laik Cumhuriyette bundan dolayı medeniyeti orada bulup almıştır. Türkiye'de bugünkü çelişki, tam da yönetimleriyle toplumu zenginleştirememiş olanların o kütlelere çare diye çağdaş medeniyete sarılmayı değil, dinin kökenlerine geri dönmeyi göstermeleridir.
Bu çelişki ancak:
1- Demokrasiye sarılarak,
2- Laik devleti koruyarak giderilebilir.