13.08.2013 - 20:50 | Son Güncellenme:
Yazı: Hakan Yıldız
Patrona Halil, tarih kitaplarımızda “Patrona Halil İsyanı” denen “1730 isyanı”nın şüphesiz ki en popüler şahsiyeti. Söz konusu kitaplarda Patrona, Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma ve çağdaşlaşmanın ilk yeşermeye başladığı “Lale Devri”ni sona erdiren baldırı çıplak bir serseri ya da çağdaşlaşma adına manevi değerlerinden uzaklaşmaya başlayan devleti ve halkı, yeniden dinî-muhafazakâr kimliğine kavuşturmayı başaran bir halk önderi olarak anlatılır. Fakat eldeki bilgi ve belgelere göre o; ne yeniliklere karşı çıkan başıbozuk bir serseri, ne de modernleşme adı altında yok edilmeye çalışıldığı iddia edilen İslamiyete sahip çıkan bir kahramandır. Aslında Patrona Halil, 10 yılı aşkın süredir devlet idaresini elinde tutan Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın yıpranan yönetimine son verip sınırsız nimetleri olan iktidarı ele geçirmek uğruna bir ölüm-kalım mücadelesine girmiş olan asker-bürokrat yöneticilerin; siyasi, iktisadi sıkıntılar ve haksızlıklardan bunalmış askeri-sivil grupları mevcut iktidara karşı ateşlemek için kullandıkları karizmatik bir figürdür.
Azrail’le hoş geçinen adam
Aslen Arnavut olan İskender oğlu Halil, Manastır Sancağı’nın Görice (Korça) nahiyesinin, bugün Yunanistan’ın kuzeyinde Arnavutluk ve Makedonya sınırına yakın Kesriye (Kastoria) kazasına bağlı Horpeşte’de (Orestiada) doğdu. Delikanlılık döneminde payitaht İstanbul’a geldi ve kimi kaynaklara göre hamamlarda tellâklık yapmaya başladı. Bir yandan da Tersane’de, Osmanlı donanmasının amiral gemi sınıflarından “patrona” sınıfı bir yelkenli gemiye kalyoncu askeri olarak kaydoldu.
Horpeşteli Halil zeki, girişken, cesur, asi karakterinin yanında güzel ve heyecanlı konuşmasıyla kısa sürede donanmada dikkatleri çekti ve sivrildi. Arkadaşları, ona saygı duyuyordu. Kimi kaptanlarsa, takdir ettikleri karizmatik liderlik cevherini, muhtemelen kendi çıkarları için kullanmak üzere onu himaye etmek istiyordu. Nitekim Halil bir gün, patrona gemisinde üstleriyle çıkan bir anlaşmazlıkta arkadaşlarını kışkırtıp örgütleyerek isyana teşvik etti, fakat başarılı olamadı. İşlediği suçun cezası ölümdü. Ama kendisini himaye eden Abdi Kaptan -ki 1730 isyanında Kaptanıderya Damat Abdi Paşa olacaktır- bir şekilde onu idamdan kurtardı.
İbrahim Paşa’ya karşı iktidar oyunları
Padişah ile sadrazamın kararsızlığı ve ordunun 2 ayı aşkın süredir hareket edememesi, İbrahim Paşa iktidarını devirmek için gizlice hazırlanan muhaliflerin artık eylem aşamasına geçebilmeleri için tam da bekledikleri fırsat oldu. Damat İbrahim Paşa’nın hükümet ekibinde bulunan ve yıllardır aynı makamda olmaktan dolayı gerek birbirlerine, gerekse sadrazama âdeta düşman olan Kethüda Mehmed Paşa ile Kaymak Mustafa Paşa, kayınpederleri sadrazama karşı artık dönüşü olmayan bir yola girmişlerdi. Ama gizli muhalefetin asıl beyin takımı, Kaymak Mustafa Paşa ile ulemadan İstanbul Kadısı Zülâli Hasan Efendi ve Ayasofya Camii Vâizi İspirîzâde Ahmed Efendi’ydi. Bu üç devlet adamı, İbrahim Paşa’nın 12 yıldır hükümet ekibine ve önemli makamlara sadece akrabalarını ya da çok güvendiği kişileri ataması nedeniyle mağdur olmuş devlet adamlarıyla ulemanın intikam hislerinin kuvveden fiile geçmesini sağladılar.
Hemen karşı hareketin önderi olarak seçilen Patrona Halil ve diğer elebaşılara gereken talimatlar verildi. Zaten sefer durumu nedeniyle Üsküdar’daki ordugâha giden padişah ile devlet adamları, sefere hareketin sürekli ertelenmesi üzerine konaklarına çekilmiş; askerler de bir yerlere dağılmıştı. Yani, gerek payitaht İstanbul gerekse ordugâh âdeta boşalmıştı. Bunun üzerine 25 Eylül’de Patrona ve arkadaşlarının yaptığı son ciddi toplantıda, 28 Eylül Perşembe günü harekete geçilmesi kararlaştırıldı.
İsyan günlerinde İstanbul
Nihayet perşembe sabahı gün ağarırken Bayezid Camii’nin Kaşıkçılar Kapısı önünde toplanmış olan Patrona Halil ve aralarında Emir Ali ile Muslu Beşe’nin de olduğu 17-30 kadar dava arkadaşının bayrak açarak,“Da’vâ-yı şer’imiz vardır. Ümmet-i Muhammed’den olan dükkânlarını kapayup bayrak altına gelsin!” diye bağırmalarıyla isyan başlamış oldu. Daha sonra isyancılar, biri Patrona liderliğinde olmak üzere üç koldan Kapalıçarşı’ya girdi. Ellerinde yalın kılıçlarıyla ilerlerken, “Allah, Allah! Şer’-i Muhammedî üzre ümmet-i Muhammed da’vâmız vardır. Dekâkîni sedd idüp (dükkânları kapatıp) bedesteni çevirin!” diye bağırıyorlardı. Dükkânları zorla kapattırdıktan sonra çarşı dışında bir araya gelen bu üç grup, daha sonra yeni katılımlarla iyice kalabalıklaşmış bir halde Etmeydanı’na (Bugünkü Divanyolu Caddesi’nden yeniçeri kışlalarının bulunduğu ve Şehzadebaşı’nda İstanbul Üniversitesi arkasındaki Ağa Kapısı civarında olan) yürüdüler.
Amaç, o sırada kışlalarda bulunan yeniçerilerin de kendilerine katılımını sağlamaktı. Bir diğer âsi grubuysa, kayıklarla Üsküdar’a geçerek kimselerin kalmadığı ordugâhı basmış ve karşılarına çıkanları katletmişlerdi. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa da kaçmayı tercih edince Patrona ve isyancı grubu, bu başarıyla moral bularak daha da cesaretlendi. Şehrin merkezinde bu gelişmeler yaşanırken, herhangi bir asayişsizliğe karşı müdahale etmek üzere sadrazamın vekili olarak İstanbul’da olması gereken Kaymak Mustafa Paşa, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi güvenliğinden sorumlu olduğu şehir merkezinden uzaktaki yalısında lale dikmekle meşguldü. Olan biteni haber aldığında, gayet rahat bir şekilde şehir merkezine geldi. Tersane’ye giderek buradaki askerlere, isyanı bastırmak için hemen harekete geçmek yerine padişahın kesin emri olmadan asla hareket etmemeleri emrini verdi. Bu suretle, henüz çok az sayıda olan isyancılara daha iyi organize olarak büyümeleri ve güçlenmeleri için bulunmaz bir imkân sağlamış oldu. Durumu öğrenen padişah ve sadrazam küplere binmişti.
İbrahim Paşa açıkça, isyanın sorumlusunun Mustafa Paşa olduğunu söylüyordu. Gelişmeleri değerlendirmek için padişahın huzurunda yapılan toplantılar sırasında İbrahim Paşa, eldeki silahlı kuvvetlerin başında derhal âsilerin üzerine yürümek istediğini söyledi. Ancak Rumeli Kazaskeri Paşmakçızâde Ali Efendi’nin Müslüman kanı dökülmesine sebep olacağı için buna muhalefet etmesi üzerine padişah kararsız kaldı. Halbuki asiler, padişahın otoritesini hissettirecek korkusuz, sert, kararlı bir komutan ve eldeki kuvvetlerin derhal müdahalesiyle dağıtılabilirdi. Ama herkes büyük bir telaş ve korku içindeydi. Kesin bir karar alınamadığı için padişah ve devlet erkânı Topkapı Sarayı’na döndü. Fakat sarayda yapılan toplantılardan da bir sonuç çıkmadı.