31.01.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:
Sonra beni bu evde düşünün. Bir yürüyorum, bir duruyorum, oturacak bir yer yok, yaslanılacak tüm duvarlar da çok soğuk. İGDAŞın adamını bekliyorum. Bekliyorum ki gelsin, doğalgazı açsın. Gelmiyor. Gelecek. Ne zaman gelecek? Dediler ki "Sabah 9.00-17.30 arasında bir vakitte mutlaka gelecek." İyi de... Burada dakikalardan bahsetmiyoruz, eğer dikkatinizi çektiyse. Saatler mevzu bahis. Ve ben donuyorum. Uykum da var zaten. Bir kıvrılsam yere, "doğalgazcı beklerken donarak ölen vatandaş" rezaleti de eklenecek bu ülkeye has ölümler listesine.Bu esnada düşünüyorum. Niye bu ülkede insanlara böyle bir sefillik reva görülüyor? Niye? Lucescu misali bu memleketi terk etmeye bile niyetleniyorum. Bir hırsla "Bu ne kepazelik ya!" diyorum. "Ben de gideceğim. Ülke mi yok bana? Beni insan yerine koyacak bir yer bulurum elbette şu koca dünyada?" O kadar mutsuzum. Nasıl sinirliyim. Ayağımı yere vura vura, haykıra haykıra ağlayabilirim. Bir hikayem var. İki türlü anlatabilirim: Boş bir ev düşünün. Bomboş. Soğuk bir ev. Boş olduğu için romantik manada bir sıcaklıktan yoksun olduğunu zannetmeyin sakın. Hakikaten buz gibi. Sıcaklık neredeyse sıfırın altında. O derece yani! Aynı hikayenin bir versiyonu daha var ama...Yine aynı ev, ben yine o evde, yine doğalgazcı adamı bekliyorum. "Yerim ben doğalgazı da, doğalgazcıyı da, ne bekleyecem lan bu soğukta" diyemeyeceğime, zira o zaman önümüzdeki günlerde o evde donacağımıza göre... En küçük odaya kamp kurmuşum. Kapıyı kapatmışım, hohlaya hohlaya nefesimle ortamı ısıtmayı planlıyorum. Neyse ki çok uzun atkılar modası vardı bir ara, işte o uzun atkıyı kıvır kıvır kıvırıp yere sermişim. Yanımda iki poğaça, vişne suyu, -ne alakaysa- patates cipsi, hepsini satır satır okusam hakiki bir gazeteci olmamı sağlayacak kadar çok gazete var. Camlarda perde yok ya, ve evler, bilirsiniz işte dip dibe bu kentte, karşı pencerelerden insanlar sözde çaktırmamaya çalışarak tuhaf halime bakıyorlar. Sonra dönüp arkalarına bir şey söylüyorlar, başka insanlar da cama gelip yine katiyen çaktırmadan bana bakıyorlar.Belli ki tuhaf görünüyorum. Bir şey beklediğimi göstermek için uzun uzun yola bakıyorum. Cep telefonum çalıyor, sanırsınız bir ihale bağlıyorum, öyle ciddi bir ifadeyle komşulara poz yapa yapa kah evin içinde yürüyerek kah camın önünde durup uzaklara bakarak-dalarak konuşuyorum.Sonra bu tuhaflığı abartmak istiyorum. Sabah aceleden süremeyip çantaya atıverdiğim nemlendiriciyi sürüyorum yüzüme. Sonra gayet itinayla, rimelli falan, makyaj yapıyorum. Arada pat diye kafamı kaldırıp müstakbel komşularımla göz göze gelip onları utandırmaya çalışarak falan eğleniyorum kendimce. Onlar da eğleniyor. E mahalleye bir komşu gelmiş ki zırdeli! Koltuğu yok oturmaya, ruj sürüyor dudaklarına... Nihayet 15.00 civarında kapı çalıyor. İşte o, beklenen adam, doğalgazcı insan! Yakışıklı bir çocuk üstelik. "Size sarılabilir miyim, sonunda geldiniz!" Demiyorum.Elinde bir hortum, takıyor boruya, üflüyor falan, birtakım ölçümler yapıyor. Geldi ya, bende sinir kalmamış. Sanki muhallebicide buluşacaktık da, çocuk geç kaldı. Kikir kikir "Ayy, çok bekledim de" diye sitem ediyorum. Mahalleye bir komşu geldi, zırdeli! "Siz de sanat camiasından mısınız?" diye soruyor çocuk. Niye olmasın? Bugüne dek hiç yapmadığım -demek ki gerek olmamış hiç- bir şey yapıyorum. Önemli biriymişim gibi yapmak istiyorum. Beklerken öyle sefil hissettim ki kendimi, bekletenin gözünde önem kazanmak istiyorum galiba. Çocuk yakışıklı diye de olabilir tabii. Ya da ne bileyim işte, öyle!"Köşe" ve "yazar" kelimelerini aynı cümlede yan yana kullanıp, etkiyi artırmak için "Milliyet"i de vurgulayarak falan -sanırsınız Hasan Pulurum, Melih Aşıkım, Hasan Cemalim de herkes tanır beni, ben olmasam ne olacak bu gazetenin hali, öyle de fiyakalı yani- basbayağı böbürlenerek söylüyorum. Çocuk doğalgazı açıp kombiyi çalıştırıyor, sıcak suyu kontrol ediyor, petekler ısınıyor. Ben de sevgilimi arayıp; bu müjdeyle beraber, bunca işkencenin sonunda en azından yakışıklı bir doğalgazcı çocuk geldiğini, bir arıza falan olursa yetkililerden bu çocuğu rica edeceğimi, "sanat camiası"na girişimi, nasıl "köşe yazarı" pozları takındığımı falan anlatıyorum. Sanki dolu dolu altı saattir tir tir titreyen ben değilim. Gülüyoruz.Benim hikayem bu kadar. Sanat camiasına girdim Bu hikaye Türkiyede insana ve zamana hiç kıymet verilmemesi üstünden allanıp pullansaydı, okul yolunda donan çocuklara bir değip geçseydi, medeni ülkelere gönderme yapılıp orada otobüslerin bile nasıl saniyesi saniyesine geldiğinden bahsedilseydi ve bir de ben, bu olayda "ben" demeyip genelleyerek yazsaydım... Ortaya başka bir hikaye çıkardı.Aynı hikayeyi Cem Yılmaz anlatsa, kim bilir ne komik, ne eğlenceli, ne absürd bir bekleyiş olurdu. Titreyerek doğalgazcı bekleyen birine kim bilir ne çok gülerdik. Şöyle söyleyeyim. Aynı akşam Beşiktaş Kültür Merkezinde Cem Yılmazı izledim. Gösterinin 45 dakikasında ölümden bahsetti. Öldük, gömüldük, üstümüzde karıncalar gezdi, kıyamet koptu, toplaştık, cezaları bekliyoruz, cehennemde yanıyoruz falan... Ölüm lan bu! Sonra, bir erkek için hakikaten pek çileli olabilecek askerliği ve -pek basit bir şey olmasa gerek- bel fıtığı ameliyatını anlattı. Başka ağızlardan bize gözyaşları döktürecek bu hikayelerin hepsi, her saniyesi... Çok komikti. Çıkışta arkamdaki kadın "Ne komik şeyler geliyor bu adamın başına ya!" dedi.Hadi ya... Hiç komik şeyler gelmiyor bence adamın başına. Askere gidiyor, ameliyat oluyor, herkes gibi ölümü, ölümden sonrasını falan düşünüyor. Nesi komik!***Bilmem anlatabildim mi? tubaakyol@milliyet.com.tr Cem Yılmaz bunu anlatsa