Kültür Sanat Bir arayış hikâyesi!

Bir arayış hikâyesi!

13.06.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:

Murat Uyurkulak’ın bu ay okuruyla buluşan yeni romanı “Delibo”, deli İbo’nun ortalıktan kaybolmasıyla başlıyor ve hikâye onun peşine düşen Yusuf’un geçmişine odaklanıyor. Uyurkulak, Milliyet Sanat dergisine kitabını anlattı...

Bir arayış hikâyesi

Murat Uyurkulak’ın yeni romanı “Delibo”, romanın ismine esin kaynağı olan İbo karakterinin kayboluşu ekseninde şekillenen bir arayış hikâyesi. Ancak bu arayışta İbo sadece temsili bir figür. Esasında İbo’nun peşindeki bu yolculuk, Yusuf karakterinin kırık dökük hayatında adım adım bir gezinti.

Haberin Devamı

İbo’nun kayboluşu ile beraber yıllar öncesinde birbirinden kopmuş karakterler bir araya gelerek aslında Yusuf’un hayatınının parçalarını yeniden birleştiriyorlar. Parçaların yeniden birleşmesi elbette ki bir iyileşme anlamına gelmiyor. Ancak bu sayede Yusuf’un aslında çoğumuzun muzdarip olduğu dertlerden aldığı derin yaralarına, dinmemiş sancılarına tanıklık ediyoruz. Bu ‘yeniden buluşma’ ister istemez geriye dönük bir hesaplaşmaya, doğal olarak bir çözülme ve yüzleşmeye dönüşüyor. “Delibo”, İbo’yu ararken herkesin kendi sancısından iz bulup peşine düşmesi için bir kapı aralıyor. Okur bu kitapta deli gibi İbo’yu arayan Yasemin karakterinin ve Yasemin’in peşinde dolaşan Yusuf’un bir gölgesi hâline geliyor. Uyurkulak, yeni romanı “Delibo”yu anlatıyor...

Haberin Devamı

Bir arayış hikâyesi

‘Arkeoloji çalışması’

Delibo’yu aramak Godot’yu beklemek gibiydi aslında. Sizi Delibo’nun peşine düşüren neydi? Üstelik Delibo’yu aramak, as-lında Yusuf’un hayatındaki kırık döküklükte bir yolculuğa dönüşüyor. Yusuf’un hayatını izlemek için Delibo’yu bir yem olarak kullandığınızı söylesek, haksızlık etmiş olur muyuz?

Evet, Delibo’nun peşinde, bir yanıyla geçmişi aramak diyebiliriz buna. Karakterler ve yaşananlar birebir benim hayatımı yansıt-mıyor elbette, ama onların etrafında dolanırken kendime dair, beni ben yapan duygulara, travmalara, nasıl geliştiğime, nereden gelip nereye vardığıma dair bir arkeoloji çalışması yapmaya çalıştım. Zorlu bir arayış, müşkül bir yolculuk oldu bu. İnsanın iyi tanıdığını sandığı bir geçmişi veya hayatları anlatması, bunun üzerinden bir açıklık üretmesi kolay olmuyor. Bu arayışta arada bir nefesim kesildi, durup uzun uzun soluklanmak ve cesaretimi toplamak zorunda kaldım. Zira çoğu zaman coşku, eğlence veya haz değil, ke-der ve acı eşlik etti Delibo’ya. Ve evet, Delibo’nun kaybolması Yusuf’un hikâyesini anlatmak için bir yem, bir sebep, bir vesileydi diyebiliriz.

‘Hesaplaşma eksikliği’

“Delibo”da aslında büyük de bir baba-oğul hesaplaşması var. Yusuf ve Sefer üzerinden gitmemiz gerekirse birbirine çok bağlıyken birbirine tamamen sırt dönmüş bir örnekle karşılaşıyoruz. Oysa biz aslında başından beri çekişen örneklere aşinaydık.

Haberin Devamı

Duygularımızı, kimliğimizi, ilişkilerimizin niteliğini geç öğrendiğimiz, belki doğru düzgün hiç fark edemeden tükenip gittiğimiz bir gelenekle, kültürle, ahlâk tertibatıyla kuşatılmış bir coğrafyada yaşıyoruz. En eğitimli, ileri, dünyayla bağlantılı olduğunu düşündüğümüz topluluklarda, insanlarda bile vahim bir hesaplaşma, yüzleşme eksikliği söz konusu. Yusuf ile babası Sefer arasındaki ilişki, çekirdek ailenin diğer üyelerinin, yani anne ile küçük kardeşin kay-bından kaynaklanan bir yoğunluk taşıyor. Birbirine daha fazla tutunmaya mecbur kalmış bir baba-oğul... Fakat Sefer, Yusuf’u hayatın tatlı vaatleriyle tanıştırmak konusunda çok da hevesli ve ilgili değil. Kendi yoksul, ama gururlu hayatını Yusuf’un da itirazsız kabul edip yaşayacağını düşünüyor. Baba-oğul arasındaki ‘sıkı’ bağda, yoğun sevgide hasıl olan kırılmanın başlangıcı bu aslında. Yusuf böyle bir hayata mahkûm olmama kararını epey erken veriyor, bozulma aslında buradan başlıyor ve adım adım çok uzun yıllar süren bir kopuşa varıyor. “Delibo”, Yusuf ile Sefer arasındaki o kopan bağın onarılmasına dair, bir tür ‘sağalma’ hikâyesi aynı zamanda.

Haberin Devamı

‘Aile belalı bir kurum’

Yusuf’un babasıyla hesaplaşmasını ya da hesaplaşamamasını okurken kafamda hep şu soru takılı kaldı: Aile insanın en büyük sınavı değil mi? Hepimiz ailevi travmalarımızın toplamı gibi değil miyiz? Yusuf da böyle mi?

Yusuf ailevi ve toplumsal travmaların bir toplamı. Ama biz aileye odaklanırsak şunları söyleyebilirim: Aileyi şenlikli, mutlu, ferah bir şekilde tecrübe edenler vardır elbet. Ama aile çoğunlukla belalı bir kurum, aile ilişkileri çetrefil bir mesele. Yorucu, buruk, hüzünlü bir hikâye. Seçmediğiniz insanlarla, biyolojik bir bağ üzerinden, hayat boyu yürütmek zorunda kaldığınız, bir türlü istifa edemediğiniz, mahkûm olduğunuz ağır bir mesai. Üstelik sürekli aynı hayat tarzına, benzer bir kadere, yakın bir dünyaya davet ediliyorsunuz. İşin içine doğurmaktan, yetiştirme emeğinden, arz edilen sevgiden kaynaklı duygusal şantajlar giriyor. Bırakın başka tür irili ufaklı zulümleri, bu şantajın kendisi bile ciddi bir travma aslında. Kulak asmayıp kendi başınıza, başka bir hayatın peşine düştüğünüzde ise hemen yiyorsunuz hain ve nankör damgasını. Yani aile çoğunlukla zaten büyüdükçe artan toplumsal travmaları hafifleten değil, daha da ağırlaştıran bir rol oynuyor. “Özgürlük yoksunluğu” ailede başlıyor, toplumun ve düzenin katkısıyla daha da derinleşerek insanları kuşatıyor. Elbette aileye karşı belli bir sevgiyi ve şefkati korumak, sürdürmek mümkün, kötü bir şey de değil, ama özgürleşmek için önce aileden kurtulmak icap ediyor.