Kültür SanatDedektiflik zanaatı

Dedektiflik zanaatı

08.10.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Dedektiflik zanaatı

Dedektiflik zanaatı


Om Yayınevi’nden Doğan Kitapçılık’a transfer olan Reha Çamuroğlu’nun yeni kitabı “Son Yeniçeri" bu ayın sonunda çıkıyor. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitiren ve kendini “tarihçi edebiyatçı" olarak niteleyen Çamuroğlu ile tarih ve edebiyat üzerine...


1990’dan bugüne tarihi kitaplar yazıyorsunuz. İlk romanınız “İsmail" bir buçuk yıl önce yayımlandı. Romana geçişiniz nasıl oldu?
Tarih disiplini içinde son zamanlarda tartışılan iki temel yöntemsel yaklaşım söz konusudur. Birincisi: Tarihi mümkün olduğu kadar rakamlarla, denklemlerle, istatistiklerle, matematiksel verilerle adeta bir ekonomi gibi ele alıp, işlemeye yönelik olan yaklaşım; ikincisi ise: onu daha çok rekonstrüktif (zihinsel yeniden yapılandırma) anlatılar üzerine kuran yöntem. Ben her zaman, rekonstrüktif anlatıyı tercih eden bir eğilim içindeydim ve diğer tarih anlayışında insana yer verilmediğini düşünüyordum. Giderek insansız tarih yazmamaya ve anlatıların tarihteki önemini yaşayan ve taşıyan bir tarih yazımına yöneldim. Edebiyatın sağladığı özgürlükleri kullanmayı tercih etmeye başladım. Romana geçişim böyle oldu.

Edebiyatın sağladığı özgürlük nedir?
Elinizde tarihsel kanıtların olmadığı, boşluk noktaları her zaman olur. Edebiyat size bunları alternatif kurgularla doldurma olanağı verir. Bu da büyük bir özgürlüktür.

Ben tarihçi edebiyatçıyım!
Nietzsche “Tarih Üzerine" isimli kitabında tarihi inceleme ve yazma anlayışının, tarihi serbestçe uydurulmuş bir masal haline getirme tehlikesiyle iç içe olduğunu söylüyor. Her tarihçi yazar böyle bir tehlikeyle karşı karşıya mıdır?
Ben edebiyatçı tarihçi değilim, tarihçi edebiyatçıyım. Bazı edebiyatçılar, tarihi bir dekor olarak kullanıyorlar. Ben ise tarihsel verileri harmanlayarak, etiğe, estetiğe, psikolojiye, sosyolojiye, hatta tarihin kendisine başvurarak bir rekonstrüktif yapı kuruyor, bu arada da edebiyatın getirdiği özgürlükten yararlanıyorum. Bu yapıya uydurulmuş masal denemez. Ama bunu yapanlar, spekülatif kurgular oluşturanlar da var tabii...

Kim onlar?
Söyleyemem. Yani açıkçası ortaya tek cümle atmam.

Spekülatif dediğiniz kurgular ne?
Öyle kavramlar kullanılıyor ki bazen... Mesela 17. yüzyıl Osmanlısı’nda vatan kavramını kullanamazsınız, yoktur çünkü öyle bir kavram. Kullanıyorlar. Ya da 18. yüzyılda Türk milleti kavramını kullanamazsınız. O yüzyılda o kavram da yoktur. Onu da kullanıyorlar. Bunun gibi...

Okur cephesine dönelim... Belli bir kesimi saymazsak, tarih insanlara niye hep sıkıcı gelmiştir?
Ben tarihçiyim ve Kadeş Antlaşması’nın hangi yılda imzalandığını bilmiyorum. Amasya Kongresi’nin de hangi gün olduğunu bilmiyorum. Ama gerektiğinde bir ansiklopediyi açar hemen bulurum. Tarihçilik bir yorumlama, bir araya getirme, biraz da bir dedektiflik zanaatıdır. Bu herhangi bir akademik disiplinde de böyledir. Bir akademide öğrenciye en önce bilgiye nasıl ulaşacağı öğretilmelidir. Sonra da o bilgileri nasıl yorumlayacağı ve topladığı çelişkili bilgileri nasıl ele alacağı... Bizde Kadeş Antlaşması, Amasya Kongresi gününe ve saatine kadar ezberlettirildikten sonra tarihin insanlara sıkıcı gelmesi doğaldır.

Tarih eğitimi felaket!
Zaten bu bilgiler hep unutulur da, Katerina’nın Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırını gece ziyaret edişi hiç akıldan çıkmaz... Tarihte magazinel öğelere karşı mısınız?
Ahmet Refik ile Reşat Ekrem Koçu çok zaman bunu yaptılar. Ve Ahmet Refik Altınay’a tarihi sevdiren adam denildi Türkiye’de. Bu magazin öğeler insana ilişkin şeylerdir. Ve gerçekten Katerina o çadıra girdiyse, içeride neler olduğu üzerine akıl yürütmekte fayda da vardır. Belki de söylendiği gibi değildir. Ben insanı tarihten çıkarmanın, tarihi sadece orduların, kahramanların, ekonomik denklemlerin, büyük sermaye akışlarının oluşturduğunu varsaymanın yanlış olduğunu düşünüyorum.

Okullarımızda öğretilen tarihi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Allah muhafaza diyorum! Böylesi bir tarih eğitimi, tarih bilinci olmasa daha iyi olurdu. Bir yanlışı düzeltmek, sıfırdan başlamaktan daha zor bir şeydir. Türkiye’de kömürü bulan adamın Uzun Mehmet olduğu öğretildi senelerce. El insaf! Osmanlı’nın yaptığı topları, Osmanlı’nın yaptığı kılıçları, tüfekleri bilen biri, odun ateşiyle bunların yapılamayacağını bilir. Umutsuz! Feci! Tarih eğitimi konusunda tam bir felaket söz konusu. Bununla mücadele etmek lâzım. Kendi adıma, ben bunu yazarak yapmaya çalışıyorum.

Ve son olarak da “Son Yeniçeri" isimli bir roman yazdınız. Neden yeniçeriler?
1991’de yayımlanan “Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vak’a - i Şerriye" isimli kitabımdan sonra bu konu üzerine araştırmalarımı derinleştirdim. O kitap bana tezi itibariyle eskimemiş gibi görünse de içerdiği malzeme itibariyle yetersiz geldi. Sonunda bunu edebiyatın özgürleştiriciliği içinde ele almak istedim. Yeniçeriler bizim tarihimizde iki dönem içinde tanıtılırlar. Bir dönemde onlardan büyük yoktur, kahramandırlar, aslandırlar, kaplandırlar, surları parçalarlar, çok yiğittirler. Hemen sonra bir dönem gelir, Allahın belası onlardır, gerici onlardır, rezil onlardır...

Ocaklarının kaldırılması da tarihte “Vak’a - i Hayriye", hayırlı vaka diye geçer...
Evet. İstanbul’da binlerce kişi iki - üç gün içinde katledilir, sokaklara cesetler yığılır, ağaçlardan ölüler sarkar, Sarayburnu sahili şişmiş cesetlerle dolar ve bu olaya hayırlı olay denir. Öldürülenler yeniçerilerdir. Ben her şeyden önce böyle bir hayır anlayışı karşısında isyan duyuyorum. Kitap bu isyanımı dile getiriyor.

Yeniçerilerden yana bir tavır mı sergiliyorsunuz kitapta?
Yana demek istemem. Tarihte yana olmak zordur, onları anlamaya çalışıyorum diyebilirim.

Genç Osman’ı öldürmelerini de anlayabildiniz mi?
Önemli bir tartışma noktası oluşturdu kitapta. Ama ben ondan yüz elli yıl sonraki bir dönemi yazdım: Yeniçerilerin yok olduğu dönemi... Dolayısıyla o olaya ancak göndermeler yapabildim. Bu sorunun yanıtını kitapta bulacaksınız. Bu arada yeniçerilerin yeniliklere karşı çıkan esas güç olarak tanımlanmalarını da işliyorum.

Hani şu “İstemezük..." tabiri...
Evet. Bunun külliyen yanlış olduğunu düşünüyorum ve temel olarak bunu anlatıyorum. Osmanlı modernleşmesinin sorunlarına işaret ediyorum ve bunu esas olarak da saraya bakmadan yapıyorum. Yani İstanbul ahalisi bu süreci nasıl yaşadı?

Efendinin kaderi...
Son yeniçeri gerçek bir kahraman mı?
Kitaptaki kahramanlarımın hepsi kurgusal. Kitap “Efendinin kaderi kölesinin alnında yazılıdır" sözüyle başlıyor. Bir Türk atasözü. Olay örgüsü bu minval üzere gelişiyor.

Bu söze bugünün efendileri de dahil mi?
Tabii ki dahildir. Zannediyorum, bugünün efendilerinin, o günün efendilerinden ve kölelerinden öğreneceği çok şey var.

“İsmail" kadar ilgiyle karşılanacağını düşünüyor musunuz?
“İsmailöden daha çok okunacağını düşünüyorum. Beklentim de bu yönde.


KEŞFETYENİ
Hande Erçel'den sürpriz imaj değişikliği! İşte yeni hali
Hande Erçel'den sürpriz imaj değişikliği! İşte yeni hali

Cadde | 24.06.2025 - 07:52

Hande Erçel, sürpriz bir kararla saçını boyattı. İşte, saçına balyaj yaptıran Erçel'in son hali...

Yazarlar