06.06.2010 - 01:00 | Son Güncellenme:
Miraç Zeynep Özkartal zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Ahmet Ümit ile Everest Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “İstanbul Hatırası” üzerine konuşmak için Caferağa Medresesi’nde buluştuk. Tesadüfen seçmedik burayı, romanın geçtiği yerlerden biri. İşimiz olmasa yolumuzu düşürmüyoruz buralara ama söyleşi sırasında yanımızdan geçen turistlere çok özendim.
O avluda oturup, fotoğraf çekimi için Yerebatan Sarnıcı’na, Hipodrom’a, Ayasofya’ya gidince yeniden anladım: İstanbul yalnızca bizim değil. Şehrin üç bin yıllık tarihini anlattığı romanda tam da bunu söylüyor Ahmet Ümit. Ta Kral Byzas’tan alınan ve kim bilir kimlere bırakılacak bir emanet İstanbul. Bu emanete hıyanet edenlerin cezası ölüm oluyor “İstanbul Hatırası”nda. Kendi çıkarları uğruna şehri talan edenler birer birer öldürülüyor, ellerine birer sikke bırakılıyor. Ümit’in artık tanıdığımız karakteri Başkomiser Nevzat da katillerin peşine düşüyor.
Kitap tuğla gibi, 565 sayfa. Ama ürkmeyin, su gibi okunuyor. En güzel tarafı da şu: Cinayetlerin heyecanına kapılıp gidiyorsunuz ama bir yandan çaktırmadan bir sürü şey öğreniyorsunuz İstanbul hakkında.
Roman, bir İstanbul güzellemesi.. Nasıl tarif edersiniz İstanbul’la ilişkinizi?
Ben İstanbul’a 1978 yılında üniversite için geldim, 18 yaşındaydım. Çok büyük hayallerim vardı. İlk geldim, inanılmaz bir kalabalık. Antep’in sakinliğinden sonra fena geldi. İki hafta geçti, “Ben burada yaşayamam” dedim. Sömestr tatilinde hemen Antep’e gittim. Üç gün sonra bir İstanbul hasreti depreşti bende, o gün bugündür başka bir ilişkim var bu şehirle. 32 yıldır burada yaşıyorum. Bu şehirde âşık oldum, kızım doğdu, torunum doğdu. Bunca talan edilmesine rağmen İstanbul’dan daha güzel bir şehir görmedim. İstanbul’a borcumu bu kitapla ödedim.
İstanbul için dedektiflik yapmışsınız. Binlerce yıllık tarihe dalıp ipuçlarını birleştiriyorsunuz romanda.
Evet sadece polisiye bir roman değil bu, tarihsel dedektiflik de var. Bu romanın başkahramanı İstanbul. Bir yazar başkarakterinin bütün derinliklerini anlatmayı tercih eder. Dedim ki üç bin yıla yakın bu tarihi nasıl anlatırım? Roman yedi günde geçiyor, yedi cinayet var, yedi simge seçtim: Kral Byzas, Konstantinopolis’in doğuşu, kara surları, Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet dönemi, Kanuni-Mimar Sinan ve günümüz Türkiyesi.
“2010 bir fiyaskodur!”
“İstanbul Hatırası”nın basımının şehrin Avrupa Kültür Başkenti ilan edildiği 2010’a denk gelmesi tesadüf mü?
Biraz tesadüf; biraz da sıktım kendimi, yetiştirdim. Çünkü 2010’la ilgili hiçbir şey yapmadılar. 2010 bir fiyaskodur! Kitabı yazarken çok yoğun bir şekilde gezdim. Fatih Camii’ne, Süleymaniye’ye, Yavuz Selim’e giremiyorum, çünkü restorasyon devam ediyor. Bu nasıl 2010? Ayrıca 2010’a ihtiyacı da yok İstanbul’un. Biz Hititliyiz, Romalıyız... Ama ne oluyor, Türk ve Müslüman olmayan uygarlıkları saymıyoruz. Sana 200 odalık bir şato veriyorlar, diyorsun ki “Yalnız bir odasında kalırım”. Aptal mısın sen?
Romanın adı neden “İstanbul Hatırası”?
Bir oyun var o adda. Eskiden fotoğrafların fonu olan İstanbul Hatırası yazısı gibi algılanıyor ama öyle değil. Burada hatıradan kastım “yadigar”. Kahramanlarımın İstanbul’a “Sana kendimizi adıyoruz” demesi. Bunu okur ancak kitabın sonunu okuduğunda anlayacak.
Türkiye’de neredeyse hayıflanılarak seri katil olmadığı söylenir. Kitapta peş peşe yedi cinayet işleniyor, siz seri katil mi yarattınız?
Bunlar seri katil değil. Evet, yedi günde yedi cinayet var; ama seri katil profili diyemeyiz. Buradaki cinayetler bir tür anlam cinayetleri. Seri katiller psikolojik tatmin için öldürürler, vicdanları yoktur. Romandaki katillerin ise vicdanı var, bu yüzden öldürüyorlar zaten.
Siz buradaki katilleri sevmişsiniz.
Sevdim, çünkü iyi insanlar.
İstanbul’a zarar verenleri öldüren katilleri sevecek kadar sevdalı mısınız bu şehre?
Tabii. Ama birilerini öldürmek gibi bir önerim yok elbette. Nevzat’ın sözü orada çok önemli: “Öldürmek çözüm değildir, ölümü yüceltir”. Biz hayattan yanayız. Yazar olarak, içinde bulunduğumuz durumun vahametini anlatmak için bu cinayetler işime geldi tabii.
Görselliği yüksek, sinemaya göz kırpan bir roman olmuş. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Sinemacılar arıyor, süreç başladı bile...
“Barbara Cartland gibi yazıp Virginia Woolf gibi davranamazsın”
“Aşklarla kurtulacağımızı iddia eden yazarlar var. Şimdi bir de tasavvufi aşk çıktı. ‘Mevlana bizi kurtaracak’. Yalan! Bunu yazanlar yalan söylediklerini biliyor. Çok satmak için her şey... Ayıp! Yazar profili değişti, en acısı bu... Orhan Kemaller, Sait Faikler nerede? Ermeniler Kürtler umurunda değilken birden bire Ermeni, Kürt savunucusu oluyorlar. Eskiden solcusundur, aniden tasavvuf ehli olursun. Satma kardeşim o kadar! Barbara Cartland gibi yazıp Virginia Woolf gibi davranamazsın.”
“Herkes öldü, ama sen kalkıp sıcak çikolata içebilirsin”
Suçu anlatmaya yönelmenizde ‘78 kuşağı olmanızın, o dönemde verdiğiniz örgütlü mücadelenin de etkisi oldu mu?
Tabii. DNA’sına baktığımızda insanın bütün kökenini buluyoruz, kodlarını çözüyoruz. Suç da DNA gibidir, insanlığın bütün tarihinin ögelerini bulursunuz. Bir ülkedeki sosyoekonomik, kültürel yapı işlenen suçlara yansır. Dolayısıyla insanı anlatan romancı, suçtan yola çıktığında şahane bir perspektif elde eder. Bu benim buluşum değil. Sofokles’in “Kral Oidipus”u, Shakespeare’in “Hamlet”i, Dosteyevski’nin
“Suç ve Ceza”sı... Bunlar da suçu seçtiler.
Üçüncü sayfa haberlerini okurken rahatsız oluyoruz ama polisiyeye bayılıyoruz. Neden?
Walter Benjamin’in bir tanımlaması var, bir ölçüde katılıyorum: Riske girmeden riski yaşamak. Ben şimdi desem ki “Arkadaşlar, şurada şahane bir cinayet işleniyor. Haydi gidip bakalım”, “Deli misin?” dersiniz. Ama o cinayeti izlemek için kitabı alıyorsun. Çünkü doğadan geliyoruz, azı dişlerimiz hâlâ duruyor. Korku duygusu derin bir şekilde içimizde hâlâ. Bunun verdiği bir haz da var. Polisiye okurken o korkuyu yaşıyorsun, ama gerçek bir tehlike yok. Yatağındasın ve birazdan kalkıp sıcak çikolata içeceksin. Herkes öldü, ama sen rahatsın, birazdan uyuyacaksın.
“Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesinden casus romanı çıkar”
Roman 600 sayfa ama karşılığında da üç bin yıl var. Neler dışında kaldı romanın?
O kadar çok şey var ki. Mesela Theodosius’u, Theodora ile Jüstinyen’in ilişkilerini, Doğu ve Batı Roma’nın ayrılmasını anlatamadım. Benim burada tarih anlatmak gibi bir niyetim yok. Dikkat çekiyorum, soru soruyorum. Yanıt vermiyorum. Bilmiyorum ki yanıtları... Bu romanla İstanbul’a ve insana duyarlılık yaratmak istedim.
Dışarıda kalanlar yeni romanlar olarak dönecek mi peki?
Ömrüm olsa İstanbul için 200 bin roman yazabilirim. Bu sefer Osmanlı döneminde İstanbul’da geçen tarihi bir polisiye üzerinde çalışmaya başladım.
Güncel haberler sizin için esin kaynağı oluyor mu?
Ayrıntı olarak kullanıyorum. Ama güncel politik bir hikaye var ki çok güzel bir roman olur: Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesi süreci, son bir ayda Türkiye’de yaşanan olaylar... Bunlardan enfes bir casus romanı çıkar. Acayip bir komplo var orada. Başbakan’a inanılmaz bir kumpas yaptılar, Baykal’ın uzaklaştırılmasında tuzağa düşen o oldu. Bu süreci ileride yazmayı çok isterim.