Filmekimi bir kez daha dolu dolu geldi. Konak Pier Cinemaksimum 7. salonunda, 18-23 Ekim günleri arasında toplam 27 film gösterime girecek. Cannes, Venedik ve Berlin gibi başat festivallerin ödüllü, yarışmacı filmleri, 5 gün boyu 5 seans halinde bizleri bekliyor. Favorilerimden incelemeye başlayalım.
LORO: ‘Muhteşem Güzellik’ten bu yana hayran olduğum Paolo Sorrentino, yeni filminde bir kez daha gerçek olaylara, o hınzır, o ironik bakışını atıyor. Bu sefer odakta politikanın en renkli, en tartışmalı şahsiyetlerinden, eski İtalya Başbakanı Berlusconi var. Gözde oyuncusu Paul Servino’ya emanet ettiği bu popüler şahsiyet üzerine her türlü kirli çamaşır ortaya dökülüyor. Berlusconi’nin karşısındakileri ikna eden olağanüstü meziyetini de birçok politikacıya izdüşüm olabilecek şekilde anlatmış üstat Sorrentino. Kaçırılmayacak 150 dakikalık bir şölen.
SARAYIN GÖZDESİ: Venedik’te jüri büyük ödülü kazanan film, Lantimos’tan beklemediğimiz bir dönem hikâyesi. 18 yy. İngiltere sarayında kadınlar arası bir iktidar mücadelesi. Üç kadının çatışmasını izlediğimiz ve devasa bir sarayın içinde küçücük odalara hapsolduğumuz Sarayın Gözdesi’nin dünyası da en az Lanthimos’unkiler kadar bunaltıcı ve içe kapalı. Film Variety dergisine göre ‘kusursuz kesimli bir pırlanta’. Lanthimos, iktidar arzusunun sınıfsal konumdan, toplumsal cinsiyetten bağımsız olan, ‘hayatta kalma’ korkusunun iç içe geçtiği o tehlikeli alana girerken absürtlüğünden, çarpıklığından ve pervasızlığından da ödün vermiyor.
MÜZE: 2014 yapımı ‘Güeros’ ile hatırlayabileceğimiz Meksikalı yönetmen Alonso Ruizpalacios’un yeni filmi Museum, “Bu film, orijinalinin replikasıdır” şeklinde açılıyor ve henüz daha en başta, az sonra izleyeceklerimizin gerçek ve kurmaca sınırları arasında dolaşan bir öykü olacağının sinyalini gönderiyor. Meksika ulusal tarihinin ve toplumunun ironik, eleştiriye açık portresini çizerken veteriner fakültesinde okuyan Juan (Gael García Bernal) karakterinin hem kendini, hem ailesini hem de toplumu kökten sarsacak bir olaya imza atma sürecine tanıklık ediyoruz.
ŞÜPHE: Güney Koreli yönetmen Chang-dong Lee, çok sevdiğim Japon yazar Haruki Murakami’nin kısa bir hikâyesini perdeye aktarmış. Acımasız bir dünya içinde aşkın, gizemin iç içe geçtiği şiirsel bir film.
DON KİŞOT’U ÖLDÜREN ADAM: Yönetmen Terry Gilliam’ın, 30 yıllık hayalini gerçekleştirdiği bir film. Cervantes’in bu ölümsüz eserini yeni bir yaklaşımla fakat saygıyla anıyor. Gilliam da Don Kişot gibi bu filmi yapma sürecinde sinema endüstrisi içindeki yel değirmenlerine saldırdı. Talihsiz kazalarla mücadele etti. Hatta bunu ‘La Macha’da Kaybolanlar’ adlı bir belgesele, iç dökme, arka plan olarak yansıttı.
ARAKÇILAR: Cannes’da Altın Palmiye alan Hirokazu Koreeda filmi, küçük sahtekârlıklar yapan bir ailenin yanlarına aldıkları küçük çocukla değişen hayatlarını anlatıyor. Ozu ustası gibi aile hikâyelerini çok seven Koreeda, bu kez yoksulluk ile vicdan arasındaki sınırda yoklama yapıyor.
Diğerlerini kısaca hatırlatayım: Soğuk Savaş (Pawel Poelikowski), Jack’in Yaptığı Ev (Lars Von Trier), Sükûnet (Pablo Trapero), Suspiria (Luca Guadognina), Dogman (Matteo Garrone), Climax (Gasper Noe).