Siyaset Liberallerin tavrı liberal felsefeyle bağdaşmıyor

Liberallerin tavrı liberal felsefeyle bağdaşmıyor

21.01.2009 - 01:18 | Son Güncellenme:

‘Türkiye’de kamuoyunda ‘liberal aydınlar’ olarak tanımlanan kesimin, ‘Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler’ başlıklı araştırmanın ortaya koyduğu çerçevede baskı, hakaret, dışlama, hatta şiddete maruz kalan insanların haklarını koruyacakları yerde, araştırmaya ‘takım’ esprisiyle yaklaşmalarının, siyasal liberalizmin temel aldığı haklar ve özgürlükler felsefesiyle ilgisi yok’

Liberallerin tavrı liberal felsefeyle bağdaşmıyor

Dünkü yazımda, İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener’le birlikte yürüttüğümüz araştırma hakkındaki genel değerlendirmelerin yanı sıra “İslami kesimden,” özellikle Fethullah Gülen hareketi çevresinden gelen eleştirilere değinmiştim. Bugünkü bölümünde ise kamuoyunda “liberal aydınlar” tanımlamasıyla bilenen kesimin bu araştırmaya neden tepki gösterdiğini ele alacağım.
Hem dünkü hem bugünkü yazımda dile getirdiğim düşünceler, olumsuz eleştirileri kapsıyor. Bunların yanı sıra araştırmanın önemli sorunlara parmak bastığını ve ciddiye alınması gerektiğini belirten yazılı basın ve görsel medyada çok sayıda olumlu yorum da yayımlandı.
Bu yorumların bir kısmı dengeli bulduğum ve sorunları bir bütünlük içinde görmeye çalışan analizlerdi. Bazıları ise, ne katıldığımız ne de araştırma sonuçlarından çıkartılması mümkün olmayan, hatta sonuçların Türkiye’de “İslamo-faşizmin” kök saldığını gösterdiğini iddia edecek kadar abartılı, sadece yazarlarını bağlayacak görüşlerdi.

KİMSE BİRBİRİNİ ANLAMAYA ÇALIŞMIYOR
Bu konuda ifade edilen ve dengeli bulduğumu söylediğim, ancak burada ele almadığım analizler dışında araştırmamıza yöneltilen tepkiler, Türkiye’de hiçbir konunun tartışılmadığının, tartışılıyormuş süsü verilerek herhangi bir araştırma ya da fikir beyan etmenin kişilerin ait hissettikleri “takımın” işine geldiği gibi araçsallaştırıldığının bir örneği.
Bu araçsallaştırmayı yeğleyenlerin bir kısmının, kamuoyunu şekillendiren entelektüeller olması daha da vahim. Kimsenin birbirini anlamaya çalışmadığı, her “takıma” dahil kişilerin birbirini tebrik etmekten öteye gitmeyen ve karşılarındakilerin söylediklerini teğet geçen konuşmalar arasında ortak akıl üretmek yerine, karşı “takımdakileri” komploculuk, tarafgirlik, muhbirlik ve hatta vatan hainliğinle suçlandığı bir düşünce dünyamız var.

YAZDIKLARIMIZ TAHRİF EDİLDİ
Bu düşünce dünyası çerçevesinde, araştırma bulguları üzerine fikir yürütenlerin bir kısmı raporumuzun ötesine geçip ya söylemediğimiz sonuçlar çıkarttılar ya da yazdıklarımızı tahrif ettiler. Örneğin, orduyu göreve çağıran ya da AKP’nin kapatılmasını isteyen kesimlerle hemfikir olmadığımızı, bu tür otoriter seçeneklerin sorunun konuşulması ve giderilmesi doğrultusunda çaba harcayanların önünü kestiğini raporda belirtmiş olmamıza rağmen, bu görüşümüz gözardı edildi.
İslami kesim araştırmayı “operasyonel” ilan ederken, hatta kimi “liberal” yazarlar daha da öteye gidip bizi “derin devlet ” odaklarına bilgi sunmakla suçlarken, laik kesimden kimi yazar ya da yorumcular Türkiye’deki bu bölünmüşlüğün tam da bu tür otoriter uygulamalarla bağlantılı olabileceğini görmezden geldiler.

HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER FELSEFESİNİN UZAĞINDALAR
Türkiye’de “liberal” olarak tanınan köşe yazarlarının, birkaç kişi hariç, baskı, hakaret, dışlama, hatta şiddete maruz kalan insanların haklarını koruyacak yerde araştırma sonuçlarını yukarıda bahsettiğimiz “takım” esprisiyle karşılamalarının, siyasal liberalizm öğretisinin temel aldığı haklar ve özgürlükler felsefesiyle ilgisi olmadığını herhalde söylememe gerek yok.
Aynı şekilde, kendilerini iyi birer Müslüman, dolayısıyla zımnen vicdanlı kişiler, olarak tanımlayanların raporda bahsedilen ve bazıları insanın içini sızlatan anlatılara duyarsız kalmaları anlaşılacak gibi değil. Araştırma sonuçlarını dini vecibelere itiraz edildiği şeklinde çarpıtan yazılara ya da sözlü yorumlara ne gibi cevap verilmesi gerektiğini ise bilmiyorum.

CUMHURİYET ELİTİ EFSANESİNİN, DOĞRULARI VE YANLIŞLARI
Türkiye’deki düşünce dünyasında uzun zamandır gerçekmiş gibi kabul edilen bir efsane var. Bu efsaneye göre, halkımızın büyük çoğunluğu son derece hoşgörülü, dünyaya açık, farklı kimliktekilerle çok kültürlü bir ortamda yaşamayı benimsemiş kişilerden oluşuyor. Bunların karşısında “laikçi”, baskıcı, ordu yanlısı bir cumhuriyet eliti ve bu eliti koruyan “devlet” var.
Bu efsanenin gerçeklikle örtüşen yanları inkâr edilemez. Bu tür bir cumhuriyet eliti portresi tabii ki vardır, ama laiklik konusunda hassas olan kitlenin tümü bu kategoride değildir. Cumhuriyet tarihi boyunca baskıcı bir devlet mekanizması elbette vardır, ama tüm baskı örnekleri devletle sınırlı değildir. İktidarlar, dini cemaatler ve sıradan halkın uyguladığı baskı da mevcuttur. Bunu görmediğiniz takdirde kolaya kaçıp, toplumsal katmanları ait olmadıkları kategorilere tıkıştırmanız kaçınılmaz olur.

KOLAYA KAÇAN KATEGORİLERİN YETERSİZLİĞİ ANLAŞILDI
Bu araştırmanın böylesi ilgi görmesinin ve bunca tepki çekmesinin nedeninin, bu tür kolaya kaçan kategorizasyonların yetersizliğini ortaya çıkarmış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Örneğin, “devlet” kavramının sanıldığı kadar elle tutulmaz, gözle görülmez, soyut bir varlığa indirgenemeyeceğini, devlet denilen kurumlar bütününde iktidar partisinin de yer aldığını gösterdi.
Araştırma, hakkındaki televizyon tartışmalarının birinde, iddia edildiği gibi Alevilerin cemevi inşa etmelerini engelleyenin “baskıcı devlet” mekanizması değil, mesela İstanbul Sultanbeyli’deki AKP’li belediye başkanı olduğunu saptadı. Ya da, kendi kimliklerini “laik” olarak tanımlayan memur, öğretmen, hemşire ve doktorların oradan oraya sürülmelerinin elle tutulamayan bir “devlet” hayaleti yerine, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, iktidar yandaşı müdürlerin gayretiyle gerçekleştiğini gösterdi. Ya da, liyakat ilkelerine sadık kaldığını ve devlet memurlarını sınava tabi tutarak istihdam ettiğini iddia eden iktidarın, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre 2002 yılında 42 bin üyesi olan iktidar yanlısı Memur-Sen sendikasının 2008’e gelindiğinde üye sayısının, nasıl olup da 315 bine yükselmiş olmasının kadrolaşma kanıtı olmadığını ispatlaması gerektiğini açığa vurdu.

İKTİSADİ BÜYÜME ÇAĞDAŞLIĞI GETİRİYOR PARADİGMASI DOĞRU DEĞİL
Benzer şekilde bu araştırma, sosyal bilim kuramcılarının 1970’li yıllardan bu yana zaten bildikleri, ancak Türkiye’deki popüler düşünce dünyasında pek de farkında olunmayan başka bir gerçekliği de ortaya çıkardı. 1950’li ve 60’lı yıllardaki modernleşme paradigmalarının aksine, iktisadi kalkınmanın toplumsal ve kültürel değişimi beraberinde getirip çağdaş değerlerin toplumda benimsenmesine yol açacağı türü iktisadi değişime yüklenen beklentilerin pek de gerçekçi olmadığını gösterdi.
Araştırma raporunda belirttiğimiz gibi, Anadolu kentlerini “turist” olarak gezdiğinizde, bu kentlerdeki geniş bulvarlar, beş yıldızlı oteller, büyük alışveriş merkezleri, yepyeni binalar Türkiye’nin geleceği hakkında insana umut veriyor. Ne var ki, “içeriden” baktığınızda bu umut yerini hemen bunalmışlık duygusuna bırakıyor. Uzun süredir sözü edilen o müteyeddin “yeni orta sınıf” ve “çağdaş değerlere eklemlenen cemaatler” hiç de öyle hepimizi daha özgür yaşayabileceğimiz bir ortama taşımayı vaat etmiyor.

KÜLTÜREL BÖLÜNMÜŞLÜĞÜN SINIFSAL OLDUĞU TEZİ DE TARTIŞMALI
Araştırma sonuçlarının sorguladığı bir başka iddia ise, Türkiye’deki bu kültürel bölünmüşlüğün aslında bir sınıf mücadelesi olduğu, küresel ekonomik yapılanmalara entegre olmakta güçlük çeken ve çağdaş dünyaya sırtını çevirmiş olan “laik” kesimin dindar müteşebbislerin başarılarına tepki gösterdiği.
Bu iddia, örneğin, Anadolu’da Fethullah Gülen hareketinin, bize anlatıldığı kadarıyla, kendisinden olmayan esnaf ve işadamlarına uyguladığı reklam verdirtmeme, alışveriş edilmesini önleme, devlet ihaleleri ya da kredilerini almasının zorlaştırılması, ara hizmetleri sunan işyerlerinin boykot edilmesi v.b. uygulamaları göz ardı ettiği gibi, zaten küresel ekonomiye entegre olma açısından hiçbir ümidi olmayan devlet memurlarının, hatta farklı kimliklerinden dolayı belediye inşaatlarında çalışmanın dahi kendilerinden esirgendiği düz işçilerin, kıt kanaat geçimleriyle küresel aktörlerden biri olmayı hayal ettiklerini ve bu aktörlerle sınıfsal bir mücadeleye girmiş olduklarını varsayıyor. Küresel ekonomiye uyum sağlamış, devlete sırtını dayamayan, ancak “İslami kesime” dâhil de olmayan büyük şirketlerin ise böyle bir dertleri olduğunu sanmıyorum.

OTORİTER SEÇENEKLER YERİNE KONSENSÜS POLİTİKALARI
Araştırma raporunda nihai amacımızı, Türkiye’deki kültürel bölünmüşlüğün her iki taraftan da gelebilecek otoriter seçenekler yerine konsensus politikalarıyla bertaraf edilmesi, insan ve vatandaş haklarına saygılı bir hukuk devletinin geri dönülmez biçimde sağlamlaştırılması, iyi vatandaş eğitimine dayalı topyekûn bir seferberlik stratejisi izlenerek farklı kimliktekilere karşı olan önyargı ve ayrımcılığın giderilmesi konularında, hem iktidara hem muhalefete sorunlu alanlar hakkında bilgi vermek olarak tanımlamıştık. Tepkiler, bu amacı paylaşan küçük bir azınlık grubu olsa da, genelinde pek de gerçekçi bir amaç olmadığını gösterdi.

ORTAK AKLI YARATMAMIZ GEREKİYOR
Ortak bir akıl yaratamadığımız takdirde Türkiye’deki bu kültürel kavganın daha ne kadar süreceğini kestirebilmek mümkün değil. Aynı zamanda politik bir kavga da olduğundan, bu konuda yapılan her araştırma, dile getirilen her görüş, kimin işine yaradığına bağlı olarak çarpıtılmaya açık.
Oysa ortak akıl üretebilmek, her şeyden önce, karşı taraftakilere empati duymakla mümkün. Onların seslerini dinlemek, onları dilsizleştirmemek, “sizi duyuyoruz ve bir daha bu sıkışmışlığı hissetmemeniz için önlem alacağız” diyebilmek. Bunu herkesin ve her kesimin söyleyebilmesi. Yukarıda bahsettiğim meslektaşımın sözüne katılıyorum. Bu araştırma Türkiye’nin gerçekten de iki kez röntgenini çekti. İlki hastalığa teşhis koydu, ikincisi ise hastalığı tedavi etmenin mümkün olmadığını gösterdi. Keşke, ilk röntgenle sınırlı kalabilseydi.

Haberin Devamı

Liberallerin tavrı liberal felsefeyle bağdaşmıyor