The Others İlk "Soykırım" hamlesi

İlk "Soykırım" hamlesi

13.06.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

İlk "Soykırım" hamlesi

İlk Soykırım hamlesi

       1915 olaylarının "soykırım" olduğu iddiası, 1982'de bir Fransız Mahkemesi önüne getirildi. Kilimciyan davasını araç olarak kullanan iddiacılar mahkemeye "uzman tanık" olarak Ermeni görüşünü savunan profesörler çağırdılar. Türkiye tanık gösterme hakkını kullanamayınca iddiacılar meydanı boş buldu. Hem mahkemeyi, hem de basını etkilediler.

       Yukarıdaki fotoğraf Aix'te dağıtılan broşürlerde de yer almıştı. Bu, Ermeni kaynaklarınca "Türklerin öldürdüğü Ermeniler" diye sık sık yayınlanan fotoğraflardan biriydi.. Aşağıdaki fotoğraf ise Türk kaynaklarınca "Ermenilerin öldürdüğü Türkler"in fotoğrafıdır. Birincisini Türk yayınlarında, ikincisini de Ermeni yayınlarında göremezsiniz. Ama, 1915 olayları objektif bir şekilde tartışılacaksa, bu iki fotoğrafın ikisinin de gözönünde tutulması gerekir.
       FRANSA'daki "Ermeni soykırımı" iddiacılarının ilk önemli atağı, 1982'nin başındaydı. O yılın Ocak ayının 22'inci Cuma günü, "Kilimciyan davası" başlayacaktı.
       Max Kilimciyan Fransız vatandaşı bir Ermeniydi. İsviçre Büyükelçimiz Doğan Türkmen'e iki yıl önce Bern'de yapılan silahlı saldırının sanığıydı. Türkmen'in yaralı olarak kurtulduğu saldırıdan sonra İsviçre'den kaçmış, fakat İnterpol yoluyla aranarak Marsilya'da yakalanmıştı. İki yıldan beri tutukluydu. Hakkındaki soruşturmada tüm kanıtlar saldırının onun eseri olduğunu gösteriyordu. Mahkemedeki duruşması, o Cuma günü güneydeki Aix en Provence şehrinde başlayacaktı.

       Max Kilimciyan avukatlarıyla birlikte.. Suçu daha soruşturma sırasında kanıtlanmıştı ama, mahkemedeki "uzman tanık"lar asıl suçlunun Türkiye olduğunu iddia ettiler. Kilimciyan en az cezayla kurtulup serbest bırakılırken, Mahkeme önündeki gösterilerde "kahraman" ilan edildi.

       6 Şubat 1980 günü Türkiye'nin Bern'deki Büyükelçisi Doğan Türkmen'e (fotoğrafta alttaki resim) silahlı saldırıda bulunan Kilimciyan, mahkemedeki görgü tanıklarınca da teşhis edilmişti. Ama Türk gazetelerinin manşetlerinde yer alan bu ifadeler, jürinin, Kilimciyan'ın "asli fail" olduğunu kabul etmesine yetmedi.

       Fransa'daki "Ermeni soykırımı" iddiacıları için bu, tabii, başka bir anlam taşıyordu. Bern'deki olayın ayrıntıları, onlar için önemli değildi. Önemli olan, bu dava ile, soykırım iddialarını bir Fransız mahkemesinin önüne getirme imkanının doğmasıydı.
       Bu imkanı en iyi şekilde kullanmak için, bir yandan bir avukatlar ve tanıklar ekibi kurulmuştu. Bir yandan da mahkeme salonunun içinde ve etrafında toplanıp mahkeme üzerinde baskı yapacak dinleyici ve gösterici grupları oluşturulmuştu.

       O davayı izleyecek Türk gazetecilerinden biri bendim. Bunu, o yıllarda yazarı olduğum Cumhuriyet Gazetesi için yapacaktım. İstanbul'dayken, Marsilya Başkonsolosluğu'muza telefon ettim. Aix en Provence'in bilinen bir otelinde yer ayırtmalarını rica ettim. Duruşmadan iki gün önce de Paris'e gittim. Oradan uçakla Marsilya'ya gidip Aix'e geçecektim.
       Hava daha Paris'teyken belli oldu: Ermeni lobileri büyük bir "çağrı" kampanyası başlatmışlardı. "Soykırım"ı kınamak isteyenleri, el ilanları ve mektuplarla Aix en Provence'teki Adliye binası önüne davet ediyorlardı. El ilanlarında Paris'ten Aix'e gidecek trenlerin tarifeleri vardı. Randevu, 22 Ocak sabahı saat 9 içindi.
       Çağrı, gazetelere, televizyonlara da yansıtılmıştı. Çağrıyı yapanlar, verdikleri demeçlerde, Kilimciyan'dan çok 1915 yılı olaylarıyla ilgili iddiaları dile getiriyorlardı. Televizyonlar da, bu iddiaları - tarihçiler arasında tartışmalı - eski fotoğrafların eşliğinde ekranlara yansıtıyorlardı.

       Marsilya'daki hava, tabii, çok daha hareketliydi: Fransa'da 300 bin Ermeni asıllı var. 65 bini Marsilya'da yaşıyor. Uçaktan inip şehirden geçerken gördük. Şehrin her yanı Kilimciyan'ın resimleriyle birlikte "soykırım"dan bahseden ve Türkiye'ye veryansın eden afişlerle donatılmıştı.
       Marsilya Başkonsolosluğumuza uğrayınca durum daha da ilginçleşti. Oraya benim gibi gelen diğer Türk gazetecileriyle - o arada Milliyet'ten Mehmet Ali Birand'la - birlikte yeni bir haber aldık:
       -"Aix en Provence Emniyet Müdürü, Marsilya Başkonsosluğumuza telefon edip demiş ki: Türk gazeteciler Aix'teki otellerde yer ayırtmışlar ama, biz burada onların can güvenliğini garanti edemeyiz. Gece başka bir şehirde - isterlerse Marsilya'da - kalsınlar. Aix'e sabah vakti gelsinler. Fakat gelince de, sakın ha, Mahkeme binasına falan gitmesinler. Duruşmadan bir saat önce bizim Emniyet Müdürlüğü binasında olsunlar. Mahkemeye onları biz götürürüz."
       Başkonsolos'un tavsiyesiyle öyle yaptık. Geceyi Marsilya'daki bir otelde geçirip, sabahleyin Mehmet Ali Birand'la bir taksi tuttuk. Aix yoluna koyulduk.

       Aix'e varınca önce Adalet Sarayı'nın önünden geçtik.. Bu, büyük bir meydanın ortasında, ön cephesinde yüksek sütunları olan ve merdivenlerle çıkılan büyük bir tarihi bina.. Duruşmanın başlamasına daha vakit var ama, önünde şimdiden gruplar toplanmaya başlamış. Ellerinde dövizler pankartlar.. Oradan geçip epey ilerdeki Emniyet Müdürlüğü binasına gittik.
       Bizi orada polisler karşıladılar. Durumun ciddiyetini anlattılar. Diğer arkadaşlarla beraber 7 - 8 gazeteciydik. Hepimiz toplanınca bizi, cam yerleri demir parmaklıklı ve içerisi görülmesin diye tel perdeyle örtülü bir sanık kamyonetine bindirdiler. Yanımıza dört - beş polis koyup Adliye Sarayı'na doğru yola çıkardılar. Polislerden biri elindeki telsiziyle durumu sık sık bir yerlere bildiriyordu.
       "Yükü aldık. Şimdi falanca sokaktan geçiyoruz. Köşeyi dönmek üzereyiz" diye.. Böylece "kod adı"mızın "yük" olduğunu öğrendik.
       Bir yerde durduk. Telsizli polis bağlandığı yere "Geldik yükü indirelim mi?" diye sordu. "İndirin" cevabını alınca indik. Burası, o ön cephesi görkemli binanın, arka cephesindeki bir kapının dibiydi. Etrafımızda polisler, kapıdan geçip binaya girdik. Binanın ön cephedeki kapıları polis tarafından tutulmuştu. Dışarda toplanan kalabalıktan bir kısmı içeri girmeye çalışıyordu. Buna izin verilmiyordu ama, kalabalığın sesi içerdeydi. Kilimciyan'ı yücelten, Türkiye'yi kınayan sloganlar, binanın iç duvarlarını çınlatıyordu.
       Getirildiğimiz duruşma salonunda, mahkeme heyetinin kürsüsü daha boştu ama dinleyicilere ayrılan yerler tıklım tıklım doluydu. Basına ayrılan yer, dinleyici bölümünün hemen önündeki bir sıraydı. Orası da dolmuştu. Ama, sıkışarak oturabildik.
       Hemen ensemizde dinleyici sesleri işitiyoruz. Belli ki hepsi "soykırım" davacısı Ermeni.. Bizim milliyetimizin ve işimizin farkındalar. Arada laf atanları da oluyor. Bazısı fransızca, bazısı türkçe soruyorlar:
       " - Bakalım, burada ne yazacaksınız? Doğru yazacak mısınız?"
       Biz de bunları işitmezlikten gelip kendi aramızda konuşmaya çalışıyoruz.

       Mahkeme Heyeti'nin salona gelişi, sesleri, fısıltıları durdurdu. Önce Fransız usulüne göre, daha önce saptanan 200 isim arasından kur'a ile jüri oluşturuldu. Sanık Kilimciyan'ın avukatlar heyetine karşı, Doğan Türkmen'i de bir Fransız müdahil avukat temsil ediyordu (Alain Vidal - Naquet). Dosyanın açılmasıyla birlikte Kilimciyan'ın avukatlarından Leclerc buna şu şekilde bir yorum getirdi:
       " -Bu avukat meslekdaşımız burada Doğan Türkmen'i temsil edemez. Kendisi öyle dese bile biz onu Türk devletinin avukatı olarak kabul ediyoruz. Karşımızda muhatap olarak Türk devletini görüyoruz."
       Kilimciyan'ın avukatlar ekibinin stratejisi, bu başlangıç hamlesiyle ortaya konulmuştu. Davanın tüm gidişinde artık aynı çizgi izlenecekti. Kilimciyan'ın karşıtı, Türk Büyükelçisi değil, doğrudan doğruya Türk devletiydi. Öyleyse, davada, Kilimciyan'la birlikte Türk Devleti'nin de durumu irdelenmeliydi. O da yargılanmalıydı.
       Kilimciyan işlediği suçu ancak kısmen kabul ediyordu. "Benim yanımda başkası vardı. Ben onu oraya götüren arabayı kiraladım. Ama ateş eden ben değilim. Odur" diyordu.
       Peki "o" kim? Adı ne? Kilimciyan soruşturma sırasında bu soruya inandırıcı olmaktan uzak cevaplar vermişti: "O" bir ASALA militanıydı. Kendisini bir Ermeni genci olarak bulmuş ve görev teklif etmişti. Kilimciyan da, o görevi fazla sorgu sual etmeden kabul etmişti. O kadar ki adamın adını bile doğru dürüst bilmiyordu. Zaten görevi de basitti: Bir eylem için bir araba kiralayacak, eylemden sonra da arabayı götürüp geri verecekti. Bunu yapmıştı.. Gerisini bilmiyordu.
       Mahkeme Başkanı Kilimciyan'a sordu:
       - "Peki, ona arabayı hangi eylem için kullanacağını sormadınız mı?"
       - "Hayır, böyle bir şey sorulmazdı. Ben Ermeni davası için çalışacağımı söylemiştim. O da bana bu görevi vermişti."
       Kilimciyan'ın bu "O" hikayesi, besbelli ki, "hayali"ydi.. Olay sırasında orada bulunan görgü şahidi ifadesiyle de sabitti ki, Türkmen'e silahını doğrultup tetiği çeken kendisiydi. Ama Kilimciyan'ın avukatları, bu senaryoyla hem müvekkillerini kurtarmayı hesaplamışlardı, hem de "Ermeni davası için çalışmak", gibi "görev verilince soru sormamak" gibi laflarla bir çeşit "kutsallık" verdikleri "Ermeni davası"nı ön plana çıkarıyorlardı.
       Bunun için, mahkemeye 60 - 70 yıllık geçmişle ilgili tanıklar getirmişlerdi.
       Fransa'daki muhakeme usulleri buna müsait.. "Sanığın hangi psikoloji içinde bulunduğunu anlatmak için.." dediniz mi, mahkemede tarih profesörlerinin tezlerini de dinletebiliyorsunz, o zamanları yaşayanların anılarını da..
       Aix en Provence Mahkemesi, böylece, Kilimciyan'ın avukatlarının çağırdığı üç profesörü uzun uzun dinledi. Bunlardan biri (Jean Marie Carzou), Osmanlı Devleti'nde Ermenilere karşı hareketlerin 1870'lerde başladığını öne sürdü. Ermeniler o zaman bazı reformlar istemişler de, o yüzden sempatilerini kaybetmişler ve aşamalı olarak sindirme hareketlerine maruz kalmışlar.. 1915 olaylarının başlangıcı o zamanlarda aranmalıymış.
       İkincinin (Yves Ternon) tezi birincininkiyle çelişkiliydi. O diyordu ki: Ermenilere karşı 19'uncu yüzyıldaki Osmanlı politikası nispeten ılımlıydı. Fakat iş, İttihatçılardan sonra değişti. Onlar 1908'den sonra iktidara gelince "Pantürkist" oldular ve Ermenilere karşı tutumlarını sertleştirdiler. 1915 olayları bunun sonucudur. O olaylarda 600 bin Ermeni sürgün sırasında öldürülmüştür. 600 bin Ermeninin de sürgün koşulları altında öldüğü sanılmaktadır.
       Üçüncü profesör Ermeni asıllıydı. (Libaridyan) O, hem İttihatçı'lardan önceki Osmanlı politikasını, hem İttihatçıları, hem de Cumhuriyet'ten sonraki tüm Türk hükümetlerini suçluyordu.. Cumhuriyet'ten sonraki hükümetler de, Türkiye'de bugün yaşayan Ermenilere baskı yapmaya devam ediyorlarmış. Türk okullarında okutulan kitaplarda Ermeniler düşman gibi gösteriliyormuş. Dış ülkelerdeki Türk diplomatları Ermeni meselesini gizlemek için görevlendirilen ajanlarmış.. vs..
       Bu üç profesörün dışında, gene Kilimciyan'ın avukatları tarafından uzman sıfatıyla çağrılan üç tanık daha dinlenildi. Onlar da, geçmişteki ve bugünkü Türk yönetimlerine veryansın etmekte yarış ettiler..
       Ayrıca, yaşları 75 civarında görgü tanıkları çağırıldı. 1915'te 7 - 8 yaşlarına ait hatıralarını anlattılar. Biri (Margosyan) Amasya'dan Halep'e kadar 4,5 ay süreyle yol yürüdüklerini anlattı. Yol boyunca korkunç manzaralar gördüklerini, o arada Fırat'ta birçok Ermeni'nin boğulduğunu söyledi.
       Sanığın annesi Bayan Kilimciyan da, küçük bir çocukken Bolu'da oturduklarını, Ermenilerin orada da katliama uğradıklarını o arada büyükannesinin öldüğünü söyledi. "Oradan aç susuz Zonguldak'a gittik. Orada kömür madenlerinde çalışan Fransız mühendisler vardı. Onlar bize yemek verdiler. Daha sonra İstanbul'a gittik. Oradan da 1923'te Marsilya'ya geldik" dedi.

       Daha.. Yazması uzun.. Pek çok şey söylendi. Anlatıldı. İddiaların bir kısmı (özellikle profesörlerinki) birbiriyle çelişkiliydi. Bazı görgü tanıkları da, "Bu bir soykırımdı" derken, kendilerinin, ailelerinin ve daha 10 binlerce kişinin Marsilya'ya kadar geldiklerini anlatarak 1915'teki "tehcir" kararının - ne kadar acı sonuçları olursa olsun - "soykırım" amacını taşımadığını belirtmiş oluyorlardı. Ama orada, Türk tarafından arasında bu anlatımları tek tek yanıtlayacak kimse yoktu. İddialar, çelişkili de olsa, dinleyenlerin üzerinde etkili oluyordu.
       Aslında, aynı şekilde, tarihle ilgili profesör uzman ve tanık gösterme imkanı Türkiye için de vardı. Fakat bu imkan kullanılmamıştı. Duruşmaya Doğan Türkmen'i temsilen müdahil avukat olarak girip sanık avukatlarınca Türk devletinin avukatı sayılan Videl Naquet'den de böyle bir şey istenmemişti.
       Videl Naquet, buna rağmen, iddiacılara güzel bir cevap verdi. İddiaların içeriğine girmedi. (Zaten giremezdi. Bunlar uzmanlık alanı içinde değildi). Ama şunları söyledi:
       "Bu dava başlangıçtan itibaren Türkiye - Ermeni davası haline getirilmek istenmiştir. Ancak konunun bununla hiçbir ilgisi yoktur. Bu olayda bir terorist, öldürmek kastıyla ateş etmiştir. Onun fiiliyle ilgisi vardır.
       Siz Jüri Üyeleri, siz kur'ayla seçilmiş normal Fransız vatandaşlarısınız. Tarihi yargılama hakkınız ve yetkiniz yok. Ayrıca elinizde böyle yargılamayı yapabilecek objektif veriler de yok. Kaldı ki, tarihi gerçekler, herhalde böyle iki günde ve sadece bir takım tanıkların söylediklerine dayanarak ortaya çıkarılamaz."
       Bu, sadece müdahil avukatın değil, savcının da fikriydi. O da iddianamesinde "Ermeni davası" olarak mahkemeye getirilen iddiaların, mahkemenin işi olmadığını, sanığın suçunun sabit olduğunu belirtti. Sanığın Büyükelçi Türkmen'e bizzat ateş eden asli fail olarak en ağır cezaya çarptırılmasını istedi.
       Müdahil avukat ve savcı bunu istediler ama, bu isteğin jüri üyelerini tatmin edeceği çok şüpheliydi. Yukarıda özetlediğimiz anlatımlar, - davanın esasıyla ilgili olmasalar da - dikkatleri 1915 yılı üzerine çekmeye yetmişti. Hele, sürgüne giderken soydaşlarının gözleri önünde öldürüldüğünü söyleyen, Fırat'ın kan rengi aktığından söz eden yaşlı Ermenilerin anlatımları.. Bunlar, dinleyici sıralarını dolduran Ermenilerce yer yer gözyaşları ve hıçkırıklar arasında izleniyor, bu da, anlatılanları daha etkili hale getiriyordu.
       Bunun ve Adalet binası önündeki durmak bilmeyen gösterilerin, jüriyi de mahkeme heyetini de ağır bir baskı altında tuttuğu muhakkaktı. Ama bir yandan da, kararın, hukuk kurallarına uygun olması zorunluluğu vardı. Jüri ve mahkeme "Madem ki Türkler 1915 yılında Ermenilere şöyle şöyle yapmışlardır. Öyleyse Ermeniler 1980'li yıllardaki Türk büyükelçilerini kurşunlayabilirler" gibi bir mantıkla davranamazdı.
       Mahkeme Başkanı'yla birlikte toplanan jürinin karar alması hayli uzun sürdü. Sonuçta şöyle bir "Ne şiş yansın ne kebap" kararı alındı:
       Kilimciyan'ın saldırının asli faili olduğu - görgü tanıklarının ifadelerine rağmen - kanıtlanmamış sayıldı. Ama saldırıya araba kiralamak suretiyle yardım ettiği kabul edildi. Kendisine 2 yıl ağır hapis cezası verildi.
       Böylece, Mahkeme, "kanıtlanmış" saydığı fiil için kanunda yazılı cezayı vermiş oluyordu. Fakat Kilimciyan'ın tutuklu kaldığı süre de, aldığı ceza süresine iyice yaklaşmıştı. Birkaç gün sonra iki yılı doldurmuş olacak, yani cezasını bitirip serbest bırakılacaktı.
       Ermeni dinleyiciler ve göstericiler, kararı, bu özelliğini gözönünde tutarak, bir "zafer" gibi karşıladılar. Kilimciyan'ı "Ermeni davası" için savaşırken "haklı" görülüp "serbest" bırakılan bir "kahraman" saydılar. Bundan da Türkiye'nin, 1915 olaylarının sorumlusu olarak mahkemece "haksız" görüldüğü sonucunu çıkardılar.Televizyonlara, gazetelere de aynı hava yansıdı.
       Bu, Türkiye'nin Kilimciyan duruşması sırasında yeteri kadar hazırlıklı olmayışının sonucuydu. Yukarıda belirttiğimiz gibi, onun da 1915 olayları için tanık gösterme hakkı vardı. Gerçi bu hakkı kullanmak yerine "60 - 70 yıl önceki olayların bu davayla ilgisi yoktur" demeyi daha uygun bulmuştu. Ama bu ikisi birbirine engel değildi. Hem Ermeni avukatların gösterdiği tanıklara "karşı tanık" göstererek, ileri sürülen iddiaları cevaplamak, hem de "Bunların davayla ilgisi yoktur" demek mümkündü.
       Türkiye, Kilimciyan davasından sonra bu tutumunu değiştirdi. 1985'teki Orly davasına, yapması gerekeni yaparak girdi.

       YARIN
       Orly davası