The OthersTürkiye’de sol var mı?.. Eğer varsa ne durumda?

Türkiye’de sol var mı?.. Eğer varsa ne durumda?

17.01.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Türkiye’de sol var mı?.. Eğer varsa ne durumda?

Türkiye’de sol var mı.. Eğer varsa ne durumda
17 Ocak 1999
Ç.Begüm SOYDEMİR

Fuat Keyman
"Sağa alternatif olmak yerine yanında yer alıyorlar..."
Bugün merkez sol partilerin söylemlerine ve parti programlarına baktığımız zaman ortaya çıkan tablo trajikomik bir resim sergiliyor: Bir tarafta gittikçe milliyetçi bir söylemle hareket eden ve merkez sağı birleştirme misyonunu kendi programından öne çıkaran bir DSP, diğer tarafta kısa dönem stratejilerinde bile tamamıyla kaybetmişleri oynayan CHP...Bir parti düşünelim, bir hamle yapsın, istediği olsun ama sonuçta tamamen kaybetsin, yaptığı hamlenin hiçbir olumlu getirisi olmasın. CHP’nin bugün hükümeti düşürdükten sonra yüz yüze kaldığı bu trajik durum, gerçekten siyaset bilgisi derslerine örnek olabilecek bir durum. Merkez sağı birleştirme misyonunu üstlenmiş bir DSP; Türkiye’de değişkenleri çok olmayan ve devletle sınırlanmış basit bir siyaset oyununu bile kaybetmenin şaşkınlığını yüzünde taşıyan CHP... Sol parti konumunu tamamıyla terk etmiş bir DSP; "ben solum" derken tamamıyla devletle özdeşleşmiş, siyaset yapmayı unutmuş, partideki birkaç özel isim hariç siyaset yapmayı, devleti ve rejimi korumakla özdeşleştirmiş bir CHP... Şüphesiz ki bu tablonun gerisinde hem bu partilerin niye sağ söylem ve politikaların dümen suyuna girdiklerini hem de özellikle CHP örneğinde karşı karşıya kaldıkları "söylem ve meşruiyet krizini" açıklayan iki önemli yapısal faktör var.
Birincisi bu partiler hızla değişim ve dönüşüm gösteren toplumsal ilişkilerin çok gerisinde kalmış, bu anlamda toplumdan uzaklaşmış, farklı bir siyasal dil içeren toplumsal taleplere yanıt verebilecek toplum vizyonuna ve programlarına sahip olmayan, bu anlamda da değişimi anlama ve bu değişimi düzenleyecek sol bir söylem yaratma yetisinden yoksun olan partilere dönüşmeleri olgusu. Hem DSP hem de CHP bu noktada ortak bir seçim yaptılar: Toplumsal değişime demokratik bir nitelik kazandıracak sol bir toplum vizyonu yaratmak yerine kendilerini ve siyasal programlarını devlet ve rejimi koruma ile özdeşleştirdiler. Bu siyasal konum yani değişime karşı var olanı korumak ve yüceltmek zaten hem ideolojik olarak hem de siyasa düzeyinde sağ bir konum. Bu bağlamda ideoloji ve program düzeyinde sağ endeksli toplum vizyonlarına ve siyaset anlayışlarına sahip ama sol olduklarını söyleyen bir merkez solu konuşuyoruz siyasal alanı tartışırken.
İkincisi ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda yaşanan globalleşme süreçleri ve bu süreçlerin dünya ölçeğinde yarattığı değişimlere tkarşı pozisyon alan iki sağ konum günümüz siyasetinde egemen bir konuma geldiler: Bu değişimin şampiyonluğunu yapan yeni sağ ve bu değişimi baştan reddeden milliyetçi / devletçi söylem. Halbuki bu konumların dışında yer alan, bu değişimi ciddiye alan fakat değişime demokratik ve sol bir düzenleme ve anlam verebilecek siyasal bir söyleme de hem dünyanın hem de Türkiye’nin ciddi bir gereksinimi var. Örneğin kültürel kimlik talepleri, yeni vatandaşlık anlayışı, global sermaye ve onun yarattığı yeni eşitsizlikler, ulus devlet ötesi kurumların önem kazanması, insan hakları ve sivil hakların korunması gibi globalleşme süreçlerinin yarattığı olguları kendi siyasal söylemine sokmuş, bu olgulara eleştirel bakan ama aynı zamanda da bu olgular temelinde bir demokratikleşme söylemi kuracak bir sol söyleme ciddi bir gereksinim duyulduğu bir dönemde DSP ve CHP’nin konumları milliyetçi ve devletçi söylemi tercih etmek oldu. Bu tercih hem DSP’nin hem de CHP’nin sağa alternatif olmak yerine kendilerinin giderek sağ endeksli partiler olmalarına ve değişimin gerisinde kalarak değişime karşı milliyetçi ve devletçi bir nitelik kazanmalarına neden oldu. Eğer solun sağa karşı avantajının "sol söylemin değişime açık olması"ndan kaynaklandığını kabul edersek bu temel ilke düzeyinde bile DSP ve CHP’nin baştan tercihlerini sağ üzerine yaptıklarını söyleyebiliriz.
Bu anlamda bence Türkiye’de sol söylemin tek umut kaynağı ÖDP olarak gözüküyor. Türkiye’nin değişen ve dönüşen toplumsal ilişkileri, siyasal alana taşınan toplumsal talepler, sivil haklar ve farklılık haklarına dayalı bir anayasal vatandaşlık anlayışına gereksinim, devlet - toplum / birey ilişkilerinin demokratik bir tarzda düzenlenmesi, adaletli bir gelir dağılımı, insan haklarına saygı: Tüm bu olgu ve gereksinimler yeni bir sol dilin siyasal alanı yeniden kurmasının koşullarını hazırlamaktadırlar. ÖDP’nin bu sınavı başarıyla verip veremeyeceği, değişen toplumsal ilişkilere ve taleplere ne ölçüde ve nasıl yanıt vereceğine bağlıdır.

Ergin Cinmen
"Yeni heyecanlar yaratamıyor..."
Bugün Meclis’te grubu bulunan siyasi partiler geleneksel bir yelpazeyi teşkil etmekten uzaktır. Bugün iki ana sorun olan Kürt sorunu ile laiklik sorununun çözümü konusunda siyasi partilerin kendilerine özgü bir çözüm önerilerinin bulunmadığı bellidir (Laiklik sorunu konusunda kendisini sorunun tarafı alarak gördüğünden FP’yi salt bu konuda ayrı tutmak doğaldır). Bu iki sorun çözüldüğünde ülkemizde hem siyasal istikrar sağlanacak hem de ekonomik ferahlığa kavuşacağız.Gerek Anayasamız ve gerekse Siyasi Partiler Yasası yukarıda sayılan iki ana sorun konusunda siyasi partilerin görüşlerini açıklamalarını yasaklamıştır. Siyasi Partiler Yasası’nın 81. maddesine göre siyasi partiler Türkiye’de Türkler’in dışında başkaca bir etnik grubun varlığını iddia dahi edememektedirler. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare dışında yer alması konusunda bir görüş öne sürememektedirler. Görüldüğü gibi bugün bu ülkenin başına gelen iki büyük dert, geçen 75 yılın da birikimiyle bütün yaşamımızı etkilemektedir. Özellikle Kürt sorunu ile ilgili olarak görüş ifade eden tüm partilerin istisnasız kapatıldığı hepimizin bilgisi dahilindedir.
Yukarıda bahsini ettiğimiz iki madde basit birer yasa kuralı değildir. Bu iki madde, 1982 Anayasası’ndan önceki anayasalarımızda da yer almış bir devlet görüşüdür. Yani laiklik ve Kürt sorunu konusunda ülkemizde yalnızca devlet görüşü bulunmaktadır. Siyasi partilerin bu iki konuyla uğraşması yasaktır, kapatma nedenidir.
İşte iki sorun konusunda SP’leri yetkisiz kılan devlet anlayışı yalnız sol dünya görüşünü değil, liberal dünya görüşünü de etkisiz kılmıştır. Geleneksel Türk sağı için bu bir sorun değildir. Çünkü o zaten devletle bütünleşerek büyümüştür. Meclis’te yer almak isteyen sol ise geleneksel devlet bakışına süreç içinde uymak zorunda kalmış ve sonunda sistemi içselleştirmiştir. Bunun sonunda ise aralarında hiçbir ideolojik tartışma yapmayan, kendisini sağ olarak niteleyen bazı partilerle yine aralarında hiçbir ideolojik tartışma yapmayan, kendilerini sol olarak niteleyen bazı partiler "türedi dükkanlar olarak" yaşantımızda yer almışlardır. Meclis’te yer alan adı sağ ve sol olan partilerin toplamları da bir bütün olarak birbirlerinin karşısında yer almakta ve kendilerini tarif edecek söylemleri dahi bulunmamaktadır. Yani Meclis içinde sol ile sağ arasında hiçbir farklılık bulunmamaktadır.
Meclis dışında olan Türk solu da bu olumsuzluklardan nasiplerini almışlardır. Devletin darbe alışkanlığı 10 yılda bir büyük bir hışımla ilk önce solu ezmiştir. Her ezme harekatından sonra dirilmeye çalışan sol, kendini toplayamadan yeni yeni darbeler yemiştir. Geleneksel baskı işlemi solu kendi içine çekmiş ve onu toplumsal sorunlardan koparmıştır. Sol bu nedenle gürbüzleşememiştir. Bunun sonunda 90’lı yıllarda bir iskambil kulesi yıkılışı gibi yıkılan reel sosyalist sistemin yıkılış nedenleri konusunda sağlıklı bir değerlendirme hala yapılamamıştır. Oysa reel sosyalizmin yıkılışının tek nedeni onun plüralizmi bir türlü benimsememiş olmasından kaynaklanmıştır. Meclis dışı solun bu konuyu bir türlü içselleştirememesi onların da farklılaşmasını önlemiştir.
Sonunda sol, toplumsal koşulların hazır olmasına rağmen toplumun çoğunu kucaklayacak bir heyecan yaratamamıştır. Sistem tüm siyaseti avcuna almış bulunmaktadır. Sol devletin tabu saydığı sorunların üzerine demokrasinin evrensel ilkeleriyle gitmedikçe, kendi geleneksel penceresinden vazgeçip sosyal ve laik devleti özgürlükçü sol politikalarla yeni penceresinden halka sunmadıkça, adı ne kadar sol olursa olsun toplumu kucaklayamayacaktır. İşte DSP’nin hükümet kurmasının hiçbir heyecan yaratmaması, binlerce üyesi olduğunu söyleyen STK’ların düzen partilerinden bunca şikayete rağmen Meclis dışı sol partilerle bir özgürlük bloğu kurmak yerine başkanlarının bu partilerden seçimlere girme istemlerinin nedeni, yukarıdaki hikayemizden kaynaklanmaktadır.
Bu hikayenin diğer bir faslı da Meclis dışı solun sivil toplumu gözardı etmesidir. Oysa sivil toplum örgütleriyle Meclis dışı solun ittifakı yeni bir ses ve nefes olabilirdi. Hala da olabilir.

Nuray Mert
"Sol siyaseti sağ söylem teslim aldı.."
1950’den bu yana çok şeyin değiştiğini, DSP’nin sol düşünce geleneğiyle ne kadar ilgisi olduğunu Rauf Tamer’in bilmesi gerekir. Belli ki mesele bunların farkında olup olmamak değil; Rauf Tamer’in ezeli sol düşmanlığı kabarmış, solu küçümsemek için eline geçen bir fırsatı değerlendirmeden edemiyor.
Rauf Tamer’i bırakıp Türk soluna gelecek olursak bu geniş bir konu. CHP ve sonra DSP öteden beri ne kadar solcudurlar, daha doğrusu ne kadar sosyal demokrattırlar, bunlarn uzun tartışma konuları. Bugün geldikleri noktada bu partiler hakkında yapılacak ilk tespit, söylemlerinin laiklik meselesi etrafında kültürel çatışma eksenine oturmuş olduğu ve toplumsal sorunlara ilişkin kaygıların ikinci plana itilmiş olduğudur.
Diğer taraftan toplumsal adaletten söz etmenin saçmalık gibi algılandığı bir dönemde bu ortamın sosyal demokrasiyi de onun dışındaki solu da fazlasıyla etkilediğini gözlemek mümkündür. Aslında "ileri sanayi toplumunda toplumsal sınıfların eski anlamını yitirdiği ve artık sınıf çatışmasından söz edilemeyeceği" şeklinde özetlenebilecek bir yeni sağ söylem, klasik sağ söylemden farklı olarak sol siyaseti teslim almış vaziyette. Batı toplumlarında bile "Sanayileşmenin bu aşamasında kol emeğine ihtiyaç azaldığı için işçi sınıfı önemini yitirdi ama işsizlik ciddiyet kazandı, iş güvenliği zayıfladı, toplum dışına itilmiş bir kesim doğdu," vb. şeklinde itiraz edenler azınlıkta kaldı. Türkiye gibi her şeyin yarım yamalak anlaşıldığı bir yerde yeni sağ söylemlerin sorgulanması söz konusu bile olamıyor. "Globalleşen dünyada, iletişim çağında hala sosyal adalet diye tutturulur mu?" türünden iddialara bile kimse doğru dürüst "Bununla iletişim çağının ne alakası var?" diye soramıyor.
İleri sanayi toplumunda toplumsal iktidar ilişkilerinin sadece biçim değiştirdiğini, hala toplumların hepsinde "mağdur" olan insanlar olduğunu düşünen, sol siyaset geleneğinin her çeşidinin temel kaygısının bu kesimlerin durumlarının iyileşmesini, haklarının savunulmasını istemek olduğuna inanan biri olarak Türkiye’de solun hiçbir türünü ciddiye almıyorum. Ayrıca Batı’daki yeni sol söylemlerin etkisi ile, toplumsal mağduriyetleri daha ziyade kültürel - siyasal mağduriyetler zeminine kaydırmak eğiliminde olan yeni sol hareket ve söylemleri, toplumsal eleştiri imkanlarını daralttıkları için, en hafif deyimle sağlıksız buluyorum. Ayrıca sol giderek daha fazla sahiplendiği sivil toplum ve kimlik siyasetlerinin sol yorumunu yapamamıştır. Sivil toplum ve kimlik siyasetleri kendiliklerinden sol siyaset değildirler. Tam tersine bunların sağ yorumları üzerine gelişen sağ söylemler mevcuttur. Ayrıca solun bu yeni hassasiyetleri ekonomik eşitsizlikleri ikincil plana itmesine neden olmuştur. Örneğin "insan hakları" söylemi büyük ölçüde siyasal özgürlük vurguludur. İş güvenliği, sosyal güvenlik vb. konular da, genel olarak ekonomik eşitsizlikler konusu da demode bulunduğu için terk edilmiş görünmektedir.

Bülent Somay
"Gerçek anlamda tek sol parti ÖDP..."
Bugün sağ / sol ekseninin Türkiye’de ya da dünyada pek bir anlamı kalmadı. "Komünizm" diye isimlendirilen sistemler çöküp beraberlerinde zıtları olan liberalizmi de mezara götürünce 20. yüzyılın büyük bölümüne hakim olan sosyalist / liberal / muhafazakar yelpazesi de geçersizleşti. Bugün ancak devrim / düzen ekseninden söz etmek mümkündür. Burada "devrim"i "ayaklanma" anlamında değil, altüst edici, kökünden dönüştürücü bir durum anlamında kullanıyorum.Bu anlamda Ecevit’in DSP’sinin ANAP, DYP ya da MHP’den daha az "düzen" partisi olduğunu hayal etmek için insanın ya fazla iyi niyetli ya da Rauf Tamer olması gerekir.
Aynı şeyi CHP için de söylemek mümkün. Tek fark şurada ki, bu durumun Ecevit’e göre daha fazla farkında olan Baykal, "düzen" partisi olduğu gerçeğini hırçın hatta şımarık üslubuyla kamufle etmeye çalışıyor.
HADEP tek maddelik gündeme sahip bir parti olduğu için onu bu değerlendirmenin dışında tutmak gerek. O ne sağ ne sol, ne düzen ne de devrim partisi. Tek maddelik bir misyonu var ve bu misyona da uygun davranıyor.
İP tabii ki açıkça bir düzen partisi. Aslında parlamento içindeki partilere göre çok daha akıllıca bir politikası var. "Düzen"in bu pespaye partiler / politika / parlamento yapısıyla sağlanamayacağını gördüğü için, en "zinde" güç olan orduya sırtını dayamak istiyor. Ordunun buna rızası olmadığı ve İP’nin arkasından çekildiği için de sırtını boşluğa dayamaya çalışıp ikide bir yere kapaklanıyor.
ÖDP gerçek anlamda bir "parti", yani toplum içinde gerçek bir taraf olmayı başarabilirse bu yeni yelpazede "devrim"i temsil edebilir. İşçi haklarının da, insan haklarının da, demokrasinin ve özgürlüğün de ÖDP’den başka potansiyel savunucusu yok bugün. Mesele ÖDP’nin bu misyonu fark etmesinde. Günümüzde bir devrim partisinin "karşı çıkıcılığın" ötesinde çok net talepler dizisi ve yapıcı bir programı olabilir. Örneğin, özelleştirmeye karşı tek tek işyerlerinde işçi denetimi, battal politik yapıya karşı temsilcilerin tek tek sınırlı bölgelerde seçildiği ve kendilerini seçenlerce her an geri alınabilir olduğu bir politik yapı, savaşa karşı HADEP’in tek maddelik "özgürlük" gündeminin desteklenmesi gibi.

Ayşe Kadıoğlu
"DSP’nin neresi sol?"
Türkiye’de 28 Şubat 1997’den bu yana zaten dar olan siyasal alan iyiden iyiye daralmış bulunmaktadır. Böyle bir ortamda siyasal partilerin klasik anlamda sağ ve sol şeklinde bir bölünme içinde olmaları oldukça zordur. Bugün siyasal sahnedeki aktörler olsa olsa devletin ettiği gölgenin ne denli altında kaldıkları ölçüsünde bir farklılaşma içine girebilmektedirler. Bunun da sağ ve sol tipi bir bölünme ile pek bir ilişkisi olmadığı açıktır. Bugün Türkiye’de temel ideolojisini Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri ile belirlemiş ve ana fonksiyonunu laiklik ilkesinden ödün verilmemesini sağlamak olarak tespit etmiş siyasal partiler "devletçi" cenahı temsil etmektedir. Diğer yanda ise devlet söylemine biçimsel olarak uyum göstermekle birlikte daha milliyetçipopulist bir güzergah izleyen siyasal partiler bulunmaktadır. Siyasal partilerin hangi cenahta bulundukları ise kamuoyu nezdinde biraz da kapatılan Refah Partisi ve şimdilerde ise Fazilet Partisi ile ne ölçüde flört ettikleri ile belirlenmektedir. Sonuçta bugün Türkiye’de sağ - sol tipinde bir siyasal bölünmenin yerini devletçi bir laiklik ilkesinden ödün vermeyen siyasal partiler ile milliyetçi - popülist siyasal partiler arasındaki bölünme almıştır. Elbette bu iki ana eksen arasında geçişlilikler bulunmaktadır, örneğin laikçi - milliyetçi söylemler ya da Türk - İslam sentezinden medet umanlar gibi. Geleneksel sağ ve sol partiler de bu bölünme içinde yerlerini almaktadırlar. Bu mercekten bakıldığında CHP’yi bugün diğer siyasi partilerden ayırdeden biricik söylemin devletçi - laik söylem olduğu görülür. CHP bugün ‘en devletçilaik siyasal parti’ olma özelliğiyle, bir sol parti sıfatıyla toplumsal katmanları temsil etme özelliğini yitirmiştir. 28 Şubat sonrasında iyiden iyiye ivme kazanan temsil krizi (yani varolan siyasal partilerin toplumsal bölünmeleri temsil edememesi durumu) ve sürekli bir İslamcı tehdit altında bulunulduğuna ikna olmuşluk durumu, CHP ideolojisinin devlet söylemiyle eskisinden daha büyük bir coşku ile eklemlenmesine yol açmıştır.
DSP’nin durumu ise bir parça daha farklıdır. DSP devletçi - milliyetçi bölünme arasında geçişlilikleri olan ideolojisiyle yer yer bir "sağ" parti görüntüsüne bürünmüştür. Zaten DSP kurulduğu zaman marksizmden uzak, Avrupa’daki geleneksel sol partilerden farklı "ulusal" bir sol parti olarak sunulmuştu. Ancak Ecevit’in benimsediği Türkiye’de etnik temelli bir sorun olmadığı şeklindeki görüş ve Kürt sorununun bölgenin iktisadi konumundan ve feodal yapısından kaynaklandığı gerekçesiyle "Güneydoğu sorunu" şeklinde telaffuz edilmesi, DSP söylemini devletçi kılarken aynı zamanda milliyetçi açılımlarını da gözler önüne sermektedir. Böyle bir durumda DSP ile sağ cenahtaki diğer devletçi - milliyetçi partiler arasındaki benzerlikler artmakta ve DSP’nin neresinin sol olduğu sorusu ciddi bir soru olarak belirmektedir.Bugün sözümona "sol" bir partinin tek başına iktidara gelmesinin şölenlerle kutlanmayışının temel nedeni; siyasi partilerin genelde devletin gölgesinde siyaset yapmalarından ötürü popülerliklerini yitirmeleri ve siyasal alanın anlamsız, temsil işlevinin yerine getirilmediği, toplumsal katmanların değil, devletin tayin ettiği parametreler içinde işlemeyen bir hale getirilmiş olmasıdır. Buna belki de "28 Şubat sonrası siyaset" demek yerinde olacaktır. Bu alanın aktörleri olan siyasetçiler de kirli ve ahlaksız görünümleriyle öne çıkmakta ve bu durum da siyasetin popülaritesini yitirmesini körüklemektedir. Oysa siyaset denen eylem devlet ekseninde değil siyasetçilerle yapılabilir. Eğer demokrat bir konumun hala önemi varsa, sanırım Türkiye’de siyasetçileri düştükleri yerde tekmelemektense yerden kaldırmak ve siyaset denen eylemi onların yapmalarını sağlamak gerekmektedir.

Tanıl Bora
"Sol fikir üretemez hale geldi..."
Türkiye’de solun "1950’den beri ilk defa tek başına iktidar" olduğunu söylemek iki yönden problemli görünüyor. Birincisi 1940’ların ve 50’lerin CHP’sini solcu saydığı için. O CHP faşizan özelliklerinden yeni yeni sıyrılan bir tek parti bakiyesiydi. Bu Türkiye’de, birçok solcunun da hoşuna gitse bile, sağın uydurmasıdır ve solculuğun esasen laisizmle özdeşleştirilmesine dayanır. İkinci problem DSP’nin "solcu" sayılması. Kuşkusuz DSP’ye belirli bir anlamda solcu denebilir. Ziyadesiyle milliyetçi, korporatist bir solculuktur bu. Ayrıca sağın dünya üstündeki politik hegemonyasının temel başarısı olan politikanın bir idare tekniğine indirgenmesine de DSP, CHP’den daha büyük bir gönül rahatlığıyla iştirak etmektedir. Bunlarla beraber Türkiye’de popüler siyaset algısında "solcu" sayılması DSP’yi bir çeşit solcu saymak için bir neden oluyor elbette.
Özellikle bu son söylediğimle solun en önemli problemlerinden birinin, kendisinin ve politikanın koordinatlarını yeniden çizmek olduğunu vurguluyorum. Bu bir temel meseledir ve hal yolu kendi camiası dışındaki insanlarla gerçek bir politik ilişki ve iletişim kurma yeteneğini seferber etmekten geçiyor. Şu anda "gerçek" solun bu yeteneği çok körelmiş durumda. ("Gerçek" solla, en azından buna en yakın oluşum olarak ÖDP’yi kastediyorum).
Solun uzun zamandır alıştığı kendisini "anti"lerle tanımlamaktan ve böylece sağın gündemine esir olmaktan çıkışın bir gereği budur. Bir başka gereğinin ise birtakım "söylem"leri ezbere tekrarlamak yerine teoriyle, fikirle, tartışmayla gerçek ve açık zihinli bir ilişki kurması olduğu düşüncesindeyim. Solun zaafı ezbere tekrarlandığı gibi sadece "soyut fikirler" düzeyinde kalmak değil, soyut ve somut fikir üretiminden de geri kalmaktır.

KEŞFETYENİ
Hollywood dünyasının takip ettiği dava! Ünlü isim de olaya karıştı
Hollywood dünyasının takip ettiği dava! Ünlü isim de olaya karıştı

Cadde | 10.05.2025 - 13:31

Blake Lively ile Justin Baldoni arasındaki dava sürecinde dünyaca ünlü isim tanık olarak ifade vermeye çağrıldı.

Yazarlar