‘Kendimi uyuyormuş ya da yokmuşum gibi hissediyordum. Kalbimde hiçbir şey hissetmiyordum. Boş gibiydim sanki. Ondan sonra durup düşündüm, ben ne yapıyorum, hayatımın sonuna kadar bu köyde yaşamak istemiyorum, erken yaşta evlenmek, çocukken çocuk bakmak istemiyorum, ben yaşayamam. Bu şekilde seni aramaya karar verdim”.
Bu cümlelerle başlıyor, “Yaramaz Çocuklar / Les Enfants Terribles”. Çocukluktan genç kızlığa ancak geçmiş Zeynep’in yüreğinden can havliyle kopup abisine ulaşan yardım çağrısı. Yaşadığı ev, büyüdüğü aile, köyün kuralları koyan ‘ileri gelenleri’ ona evlenip yuva kurmaktan başka seçenek bırakmazken Zeynep’in derdi okumak. Abisi Ahmet, yirmi yıl kadar önce, henüz 13 yaşındayken evden kaçıp hem çalışıp hem okuyarak kendi yolunu çizebilmiş, ardından yurt dışına gitmiş, yönetmen olmuş. Kız kardeşinin çağrısıyla Antakya’ya, köyüne dönüyor ve bıraktığından çok daha muhafazakâr bir aile yapısı buluyor karşısında. Bir yandan uzun
“Perdenin ardındaki gerçek, ‘perde’nin ardındaki gerçek’ten daha korkunç…” Işıl Kasapoğlu’nun İKSV’nin düzenlediği 26. İstanbul Tiyatro Festivali’nin programı açıklanırken yaptığı konuşmanın başlığı bu; “ve daha şehvetli, daha sevecen, daha küstah ve en önemlisi daha vasat. Zihnimizi perdeleyen karanlık gibi düşünün, evde perdeleri sıkı sıkı kapatmak gibi, gözümüze inen perde gibi… Perde aralandığında, kalktığında ardında ışık, hayat, dünya, hikâyeler, hikâyeler ve hikâyeler var. Ve sahne ve tiyatro ve perde… Bizi biz yapan, bizi bize gösteren, anlatan, suya düşen aksimiz gibi. Perdenin ardındaki sahneye her şey yansıyor. Sahnede kanlı/kansız savaşlar, taht, iktidar kavgaları, çöl rüzgârları, duygu çoraklığı kadar bitimsiz aşklar, masmavi düşler, sevişmeler, aydınlık bir gelecek hayali de var”.
Işıl Kasapoğlu, geçen yıla kadar Leman Yılmaz direktörlüğünde devam eden İstanbul Tiyatro Festivali’nin yeni benimsediği
Yıllar önce bir arkadaşımla insanın yazdığı yazıların daha fazla kişinin ilgisini – dikkatini çekmesi için aslında tam da düşünmediği, inanmadığı şeyleri savunması üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. Hani pek söylenmeyeni söylemenin, kışkırtıcı hatta rahatsız edici olmanın bir cazibesi vardır ya, belki bu kimilerince dikkat çekmek için tercih edilen bir yol olabilir gibi. Kendisini tanıyıp yazılarında söylediklerini yakıştıramadığımız birini anlamaya çalışırken açılmıştı konu.
O sıralar sosyal medya bu kadar yaygın olmadığı için insanın kimliğini saklayarak aklından geçen ve geçmeyeni söyleyebilmesi de öyle kolay değildi. Adınla sanınla çıkıp sevimsiz olmayı göze alman gerekiyordu. Şimdi pekâlâ çok sayıda kimlik yaratıp biriyle melek, diğeriyle şeytanın avukatı olabiliyorsun ve bu bir deney olsa büyük olasılıkla şeytanın da avukatının da diğerinden daha çok takipçisi olduğunu görürdük. Kötülük “satıyor”.
Bu sene İstanbul Film Festivali’nde bu konuyu odağına alan
“Bedri Baykam, atölyesinde bulduğu şeylerin hepsini aynı sepette eritip kolajlar yapan, sırf soyut yapan, sırf erotik yapan, sırf acayip enstalasyonlar yapan sanatçı... Yok öyle bir şey. Ben hiçbir şeyim ve her şeyim. Her kılıkla karşınıza çıkarım. Ama her çıktığım kılıkla da işte Bedri Baykam gelmiş dersiniz.” Baykam’ın Bodrum Marina Yacht Club bünyesindeki meRQezart’ta açılan “Metamorfoz” adlı sergisini gezerken Milliyet Sanat dergisinin eylül sayısında Gizem Çetimen’e verdiği röportajda söylediği bu cümleler dönüyor kafamda. 50. yaşını çeşitli etkinliklerle kutlayan Milliyet Sanat’ın desteklediği sergide sanatçının dört farklı serisinden eserler var. Farklı kılıklarda ama “aynı özgürlükçü çizgide” eserler. Atölyesinin DNA’sını paylaştığı “Kayıp Eşyalar Atölyesi”, büyük boyutlu soyut serisi “Hâlâ Islak”, “Beat Kuşağı Graffitileri” serisi ve zaman faktörünü temel alan lentiküler
Çocukluğundan itibaren kedinin, köpeğin, kuzunun, tavşanın sevgi gösterilecek canlılar olduğu bilgisiyle büyütülen biri için çok zor anlaması. Bu kadar insan sosyal medya hesaplarında birleşiyor, kendi tabirleriyle “başıboş köpek sorunuyla mücadele etmek için”. Yetmiyor bir de uygulama hazırlıyorlar; “Havrita” gibi kendilerince ‘sevimli’ ve zekice bir isim koyuyorlar. Amacı ‘başıboş’ sokak köpeklerinin yerini işaretlemek ve oradan alıp sevmek korumak değil elbette, yok etmek. Etiketlerinden biri “Sahiplenilmeyen köpekler uyutulsun”. Bir de sloganları var, “Havrita hayat kurtarır”. Hayat. Sadece benimki söz konusu olduğunda ‘kutsal’ olan, başka canlılara gelince rahatlıkla yok sayabileceğim ‘yaşama hakkı’ hani.
Bu konuyla epeydir mücadele eden Pati Koruyucuları Derneği’nin başlattığı sosyal medya kampanyası sonucunda Ankara 1’inci Sulh Ceza Mahkemesi, “Havrita” sitesi ve sosyal medya hesaplarına erişim engeli getirilmesine karar verdi. Sevindirici bir gelişme, evet. Ama aslında pek
"Yaramaz, yaramayan, yaraşmayan, yalvarmayan, yaralı". Kendisini bu sıfatlarla tanımlıyordu, yazdığı “online günlük”ün sayfalarında. Ted Koleji’nde ilkokul ikideyken müdire hanım sınıfa girmiş, “Akıllı, uslu ve çalışkan öğrenciler arasından dört adet yavrukurt seçmenizi rica ediyorum” demişti karşısında el pençe divan duran öğretmene. Öğretmen sormuştu: “Kim ister yavrukurt olmak?” Bütün sınıf parmak kaldırmıştı. İşte o “yaramaz, yaramayan, yaraşmayan, yalvarmayan, yaralı çocuk” Civan da kaldırmıştı. Öğretmenden acısını hayat boyu unutmayacağı ilk dayağını yedi o gün: “Sen akıllı, uslu çalışkan mısın da parmak kaldırıyorsun?! Kendini bil!”. Kendini hep bildi, hiçbir zaman “akıllı, uslu” olmadı. İyi ki. Civan Canova oldu. Çok alçakgönüllü, çok kırılgan, çok özel bir adam oldu. Müthiş roller oynadı, çok iyi oyunlar yazdı, bir zaman sonra fırçayı aldı eline, hayata bu kez de renklerle anlam kattı.
2006 yılında “Eve
Tam sabah kahvaltısında bir bütün simidinizi bitirmişsiniz, Twitter’da karşınıza bir hesap çıkıyor: “Yediğimize içtiğimize dikkat. Bugün abartma eğiliminde olabiliriz. Hamur işlerinden uzak durulması gereken zamanlar, kilo alma zamanı çünkü”. Sebep? “Ay tüm gün Boğa burcunda seyahat edecek.” Buyurun bakalım, dünden alsaydık bu uyarıyı keşke.
Bu arada o hesabın “karşıma çıktığını” söylediğime bakmayın, kendisini takip ettiğim için çıkıyor elbette, günlük rutinimin bir parçası haline geldi Dinçer Güner’in “güne dair mini astro tüyolarını” okumak. Ayrıca eş dostla günlük sohbetlerimizin de bir parçası haline geldi, “çünkü gökyüzü böyle bu aralar” ile başlayan cümleler. Yaşananların sadece bizim başımıza gelmediğine inanmakta, konunun Satürn’den, Mars’tan, Venüs’ten kaynaklandığını ve dolayısıyla herkesi etkilediğini ve gezegenlerin hareketiyle beraber son bulacağını düşünmekte tabii ki umut
Kadınların giyiminin kuşamının herkesi ilgilendirmesi, durmadan bunun toplum değerleriyle, ülke gerçekleriyle, halkın hassasiyetleriyle, şununla bununla bağlantısının kurulması temelden karşı çıkılması gereken bir mesele. Kendi giysisini tayin etmenin herkes için son derece kişisel bir hak ve özgürlük olması bir yana, zaten objektif bir ölçüsü de yok konunun. Birisine dekolte fazla derin geliyor, öteki şortu ayıp buluyor, birinin omuzla derdi var, bir diğeri başın kapatılmasına karşı. Farkındaysanız hepsi sadece kadınlara dair rahatsızlıklar. Erkeklerin çıplaklığı, giyinikliği tamamen kendi paşa gönüllerini ilgilendiriyor, kadınlarınki kamuya mal olmuş bir mesele.
Tam da bu yüzden, bir kadının giyimi konusunda fikir beyan edenin başka bir kadın olmasını anlayamıyorum. Misal son dönemde konuşmalara doymadığımız, Gülşen’in kendisine inanılmaz yakışan sahne kostümleri, evet 40 küsür yaşında sahip olduğu vücut, başarılı dansları, şovları, tavizsiz tavrı birdenbire aynı meslekten kadınların hedefine oturunca şaşkınlık içinde kalıyorum. Daha önce Işın