Ayşe Gökçe Susam

Ayşe Gökçe Susam

milliyetege@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

ÇOCUK tacizcisi Hüseyin Üzmez’in serbest bırakıldığı, cesareti, dürüstlüğüyle nam salmış gazetecilerin silahlı terör örgütü üyesi olmaktan tutuklandığı bir haftayı geride bıraktık.
Yazacak şey çok!
Yazacak şey yok...
Nuray Mert, “Doğru düşündüklerimizi özgürce yazamayacaksak, yazmanın anlamı yok dedi” ve köşesini boş bırakarak olup biteni protesto etti. Ece Temelkuran bu hafta köşesinde, siyasi analiz, görüş, eleştiri yerine, enfes bir zeytinyağlı fasulye tarifine yer verdi. Tarif enfesti enfes olmasına da... Artık gazetecilerin “özgürce” yazabileceklerinin sınırlarını göstermesi açısından, pek öyle enfes, hayra alamet değil, daha çok ürkütücü, düşündürücüydü.
İşte hal böyle iken sevgili okur, ben ne yazayım şimdi?
Normalin üstünde gazete okuyup, hararetle olup biteni takip ettiğim, anlamaya çalıştığım bir haftanın sonunda, yazımı yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda, aklımdan geçen cümle bu: “Ben ne yazayım, ne anlatayım şimdi?”

Üç kere ısır dilini
Bu ülkede neredeyse hiçbir zaman, gerçekten, hakkıyla gazetecilik yapmak ya da yazmak, çizmek, araştırmak kolay olmadı. Netameli konulara pek de bulaşmamak gerektiği, tecrübeyle belletildi nesillere. Eleştirel tavır sergilemenin, sorgulamanın, güçsüzden, ezilenden yana olmanın, sağlam bir muhalefet yapmanın ağır bedelleri olabileceğini hep bildik.
Bugün, “Apolitik, okumuyor, sorgulamıyor” diye eleştirdiğimiz gençler, bu eğitimin başarılı bir eseridir. O nedenle, tuhaf bir kayıtsızlıkla, “Amaaan neme lazım, karışık kuruşuk işler!” diyebildikleri için, hiç gerçekten kızgın olamadım onlara.
Yine bu etkili eğitim sonucunda, eminim Türkiye’de yazan, çizen herkesin, en yüreklisinin, en vicdanlısının bile, otosansür mekanizması inanılmaz gelişmiştir. Naparsınız, bir çeşit hayatta/ayakta kalma mücadelesi!
Önce düşünce zihinde itinayla tartılır. Sonra günün dengeleri, ayda bir değişiveren, benim anlamakta pek zorlandığım konjonktürleri hesaba katılır. Ardından dil, atalarımızın salık verdiği gibi iki değil, tam üç kez, iyice acıyana kadar ısırılır. Ancak ondan sonra, klavyenin tuşlarına basılır...
Sadece klavyenin tuşlarına basanlara mahsus bir sıkıntı da sanmayın bunu! Bu kontrol, bu baskı hissi; işte, minibüste, okulda, çoğu kez arkadaş arasında bile yakamızı bırakmaz. Hep akıldan geçenlere, bilinçli ya da bilinçsiz, çeşit çeşit ambargo uygular.
Demokratik olmaya çalışan ama alttan alta koyu bir otoriterizmin hüküm sürdüğü ülkelerin fertlerinin kaderidir bu hisle, bu baskıyla yaşamak. Telefonda arkadaşınızla konuşurken bile, siyasi göndermeli espri yapıp, ardından “Aman bizi de dinliyorlar mıdır acaba?” diye tedirgin kıkırdaşmak, aslında acıklıdır.

Yine, yeni, yeniden...
Evet bu anlattığım, bu ülke için yeni bir şey değil. Ne yazık ki ziyadesiyle şerbetliyiz bu hususta!
Ama “Dünya değişti, devir iletişim, bilgi devri! Özgürlükler çağı!” vs derken...
30 yıllık acının, kaybın sonunda Kürt meselesinde gerçekten samimiyetle bir yere varılır mı derken... Tankın, copun, barutun hükmü olmayan, demokratik bir siyasetin yolu döşenir mi derken... Zaman aşımına uğrayan ibretlik davalar, faili meçhuller, derin devlet dedikleri meşum yapılar aydınlanır mı derken...
Hani ilk güneşi görmüş zerdali dalı gibi açılıp saçılmaya, coşup taşmaya pek bir hevesle hazırken, gelinen noktada umutlu değil, endişeliyiz.
Bu hissi çok sayıda kişinin paylaştığını bilsem de, belki kendi adıma konuşmak daha doğru. Önyargısız, ülkemde geleceğe dair umutlu olmaya çok hevesliyken, ne yazık ki umutlu değil, aksine fena halde endişeliyim. Ve bu geçen haftanın sonunda endişem bir kat daha arttı, somutlaştı.
Dilimi üç kere ısıra ısıra çürüttükten sonra yazabildiğim yazı, bundan ibarettir sevgili okur. Ancak bu kadar şey söylemektedir. Belki ben de, patlıcan oturtma tarifi versem daha faideliydi!