Ayşe Gökçe Susam

Ayşe Gökçe Susam

milliyetege@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

İşte budur!

Survivor da neymiş?! İnsanın dili bile dönmüyor söylemeye.
Uzak memleketlerde bir adaya program ekibiyle gidip, suni parkurların suni engellerini aşmak, kameraların önünde suni tartışmalara girişip en çok SMS’i almaya çalışmak falan hikaye...
Bu ithal formata sıkı bir yanıt, yine yurdumun en devrimci zihin örgütlenmesi lazlardan gelmiş. Karadeniz’in yerel bir televizyon kanalında, bölgenin farklı illerinden gelen gençlerin takımlar halinde yarıştıkları bir program hazırlanmış. Program, Karadeniz’in doğal koşullarına karşı yöre insanının verdiği gündelik mücadeleyi ekrana taşıyor. Karadenizli gençler, at sırtında yaylalarda geziyor, inek sağıyor, azgın derelerde yüzüyor, vadinin iki tarafına tuturulmuş halatlara tırmanarak karşı tarafa geçiyor, vs., vs...
Programın adı mı ne? “Lazvivor”.
Bu, Survivor adlı yarışmadan devşirme adı, “çakma” bir program ismi olarak değil, aslına meydan okuyan bir program ismi olarak okumayı öneriyorum ben.
Neden derseniz... Çünkü zaten memlekette hayatta kalmak, “survivor” olmak yani, başlı başına bir mesele.

“Survivor” olabilmek
Rize’de çay toplama mevsimi şimdi. Çay bahçelerine ulaşmak için Karadenizli köylüler ya da mevsimlik tarım işçileri, adrenalini ve de riski çok yüksek ilkel teleferik sistemleri kullanıyorlar. Bu teleferik ya da halatın üzerinde kaydırılmak suretiyle insanları taşıyan teneke kutucuk, çay bahçelerinde çalışan lise öğrencisi Kağan’ın canını aldı bu hafta. Memlekette suni zorluklara gerek yok, hayatta kalmak, “survivor” olmak zor dedik ya... Öyle işte.
Teleferiği taşıyan halat çürükmüş, kopuvermiş. Kopunca da Kağan, iki yüz metre yüksekten yere düşerek can vermiş. Aynı hafta yine Rize’nin bir başka ilçesinde teleferiğin çelik halatı dolanınca bir ana-kız, 5 saat boyunca teleferiğin içinde mahsur kalıp ecel telleri dökmüşlerdi. Öyle işte.
Yalnız Karadeniz’e özgü, uzak bir “survivor” hikayesi değil bu anlattıklarım. İnsan canının değeri, ne yazık ki bu ülkenin hiçbir coğrafyasında 10 karat pırlanta etmiyor.
Büyükşehirde asgari ücretle “survivor” olmak zor. Tersanede, sanayide, inşaatta işçi olup “survivor” olmak zor. Trafikte, hele Allah saklasın bayram telaşında uzun yolda “survivor” olmak zor. Dağ başına yapılmış toplu konutlardan şehre inmek için otoyollardan karşıdan karşıya geçmek zorunda olanlar için “survivor” olmak zor. Sevincinde, kızgınlığında eli silahına giden insanların üçer beşer silah alabildiği bir ülkede, kaza kurşununa kurban gitmeyip “survivor” olmak zor. Askerliğin zorunlu olduğu, savaş çığlıklarının havada uçuştuğu, annelerin oğullarını askere gönderirken helalleştiği bir ülkede, “survivor” olmak zor. İnsanların ekmeklerini, ev kiralarını çöplerden çıkarttıkları bir ülkede “survivor” olmak zor. Kadınların hayatta kalamadığı, “survivor” olamadığı haberler, bir gün gazetenin üçüncü sayfasında yer almazsa zaten şaşırıyoruz.
O yüzden geçiniz bir kalemde protokol insanı, anlaşılamamış Türk büyüğü Nihat Doğan’ın afraları tafralarını. Asena’nın dobralığı, kıvraklığı, Derya’nın kaslı kasılmaları da eften püften. Bizim gerçeğimiz, Lazvivor ya da aslında Türkvivor.