Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü Yaşar Kemal’e verdi. “Büyük usta”nın hem edebiyatla tanıştığı hem yazarlığa başladığı gençlik yıllarından birkaç sayfa aktaralım bugün...

İnce Memed”in yeni çıktığı ve bütün dünyada tanındığı dönemdi.
Yaşar Kemal Londra’ya kitabını tanıtmaya gitti.
Basın toplantısı yaptığı otelde 50 civarında gazeteci ve eleştirmen vardı.
Onlara romancılık serüveninde, gençlik yıllarındaki gözlemlerinden nasıl yararlandığını anlatıyordu:
“Ben” dedi, “Anadolu’yu çok dolaştım; neredeyse kasaba kasaba bilirim. İstanbul’u da ev ev bilirim.”
Eleştirmenlerden biri merak etti:
“Hadi kasabaları gezmenizi anladık, evleri nasıl biliyorsunuz?”
Güldü Yaşar Kemal:
“Çünkü ben gençliğimde Havagazı İdaresi’nde gaz kontrolörlüğü yaptım. İstanbul’un evlerini mutfak mutfak bilirim.”

Muhaliflerin sığınağında...

Yaşar Kemal’in “Havagazı İdaresi anıları”nı, Nebil Özgentürk’le birlikte hazırladığımız “İETT Belgeseli” sırasında bizzat kendisinden dinlemiştik.
Fransızların işlettiği Havagazı İdaresi,
o yıllarda istikbalin pek çok kalem ve sanat erbabını bünyesinde toplamıştı:
1930’larda Necdet Mahfi Ayral, 1940’larda Hıfzı Topuz, Memduh Ün, Rasih Nuri İleri, 1950’lerde Recep Bilginer, Ferruh Bozbeyli, 1960’larda Tuncel Kurtiz orada çalıştılar.
Çünkü devlet dairelerinden farklı olarak burada çalışanların siyasi görüşleri soruşturulmuyordu pek...
Üstelik mesai yarım gündü, maaşı iyiydi. Bu da Havagazı İdaresi’ni muhalif gençler için cazip hale getiriyordu.

Haberin Devamı

“Ben İstanbul’u mutfak mutfak tanırım”


Arzuhalciliğe doğru

Yaşar Kemal bugün keyifle yad ettiği o günleri şöyle anlatmıştı:
“Maaşım 105 liraydı. İyi para...
Her sabah saat 7’de gaz kontrolüne çıkıyordum.
İşte ‘Gaz kontrol!’ diyorsun, kapı açılıyor, mutfağa giriyorsun. Sayaç okuyorsun. Öğleye kadar kapı kapı geziyorsun.
Bir ayda bir bölgeyi bitirirdik. Sonra başka bir bölge verilirdi. Böylece bütün şehri yürüdük. 1,5 sene çalıştım orada... Sonradan hesaplamıştık; 1,5 senede buradan Tahran’a gidecek kadar yol yürümüşüz.
Yalnız iyi yemek vermiyorlardı. Biz de açlık grevi yaptık. Bunun üzerine ben dahil greve katılan herkesi kovdular. Orada edindiğim tecrübeyle, 40 lira aylıkla çeltik tarlalarında su kontrolörlüğü yaptım. Orada biriktirdiğim parayla da daktilo aldım, arzuhalciliğe başladım.”
Mutfaklardan romanlara...
Başlayış o başlayış...
O daktilo 60 sene durmadan yazdı.
Peki yazdıklarında o ilk yıllardan, kapı kapı dolaşılan İstanbul’dan, ev mutfaklarında karşılaşılan insanlardan izler var mıydı?
“Her şeyin katkısı olur romana” dedi Yaşar Kemal; “...bu bir birikimdir. Şundan şu kadar fayda oldu, buradan bu kadar, diye bir şey söyleyemezsin, ama bu bir birikimdir. Kapı kapı gezdiğim o günlerin deneyimi, şimdi İstanbul’u yazarken bana katkı yapıyor kuşkusuz...”
Bir dönem “Komünist” diye “vatan haini” ilan edilen Büyük Usta’nın Çankaya Köşkü’ne hangi yollardan yürüyerek geldiğini okumak da Türkiye’yi anlamakta bize katkı yapıyor kuşkusuz...

“Ben İstanbul’u mutfak mutfak tanırım”
Nasıl girdin evime?
“Ayazpaşa’da bir apartmana gidiyorum. Gümrük Genel Müdürü’nün evi... Adı Cemalettin...
‘Gaz kontrol!’ diyorum, bir kadın açıyor kapıyı, giriyorum içeri, sayacı yazıyorum.
Çıkarken evdeki yaşlı adam beni görüyor:
‘Nasıl girdin bu eve?’ diye çıkışıyor.
‘Kapıyı çaldım efendim. Hanımefendi açtı, gittim mutfağa, yazdım çıkıyorum.’
‘Hayır olmaz, ben duymadım girdiğini...’
‘Yahu pencereden, bacadan girmedim ki beyefendi...
Dördüncü kattaki eve kapı açılmadan nasıl gireyim?’
‘Sizi şikayet edeceğim.’
‘Yahu el vicdan! Ben nasıl girerim kapı açılmadan?
Evin hanımı geliyor:
‘Efendi, kapıyı açtım da girdi çocuk’ diyor.
‘Yok ben görmedim, nasıl girdi?’ diye inatlaşıyor.
Kızdım.
‘Nasıl girdiysem girdim’ dedim, vurdum kapıyı gittim şirkete...
Arkamdan telefon etmiş şirket yöneticilerine...
‘Nasıl girdi benim evime’ diye...
Böyle bir belaya uğradım. Ondan sonra açlık grevi yaptık diye, beni kovdular oradan...”

Haberin Devamı

Askerde başlayan edebiyat tutkusu
“Kayseri’de askerdim. Niğde askeri şubesine katip olarak tayin etmişlerdi. Fakat biraz rahatsızlığım vardı, gitmek istemiyordum.
Mehmet Ali Aybar tank bölüğünden asker arkadaşımdı. Üsteğmendi. O da Vatan’da demokrasi üzerine yazdığı dizi yazılar yüzünden sürülmüştü Kayseri’ye... Adamakıllı dost olmuştuk orada...
Ona gittim. Baktım, masasında Gün diye bir dergi var. Dergide de onun ‘Demokrasi yolunda’ diye bir makalesi, benim de bir şiirim yayımlanmıştı.
‘Hemen Albay’a gidelim’ dedi Mehmet Ali...
Albay Yusuf Balkan, Nazım Hikmet meraklısı... Hani Atatürk bahseder ya, ‘Sivas Kongresi’ne Tıbbiye’den iki son sınıf talebesi geldi. Bunlar mandayı kabul etmememi istediler. O çocukları Ankara’ya gönderdim’ diye, işte onlardan biriydi Yusuf Balkan...
Beni götürdü ona...
‘Bu iyi şairdir’ dedi, şiirimi okudu.
Beni hastaneye gönderdiler. Bomboş hastane... Orda gece gündüz bütün klasikleri okudum. Bomboş askerlik, ne yapabilirdim ki... 21 yaşındaydım. 44 tane hikaye yazdım. ‘Pis Hikaye’yi, yani hayatımda yazdığım en iyi hikayelerden birini orada yazdım.
Bir ara kütüphanede memurluk yaptım. Bir ben vardım, bir de Ali bey diye bir müdür... Kütüphanede yatıyordum, ben açıp ben kapatıyordum.
Terhis olunca Adana’ya gideceğime doğru İstanbul’a Mehmet Ali Aybar’a geldim. Onların köşkünde kaldım birkaç ay... Bana bir iş bulmasını söyledim.
Beni Hüsnü Balgil’e götürdü.
‘Bunu al, eti senin, kemiği benim’ dedi.
Hemen beni işe aldılar.
Ve havagazı memurluğu böyle başladı.”

Haberin Devamı

Havagazı memuru Yaşar Kemal
“Havagazı’nda müthiş anılarım var. Bir tanesini anlatayım, çok hazin bir şey bu:
Zafer Sokak var, Nişantaşı’nda, oraya gidiyorum, 17 numara mıydı neydi, çalıyorum kapıyı, yarım saat bekliyorum, kapı açılmıyor.
İkinci ay yeniden geliyorum, gene bekliyorum kapıda, çalıyorum çalıyorum, açılmıyor.
‘Allah kahretsin! Kimse yok mu?’
Birtakım tıkırtılar duyuyorum. Ama kapı açılmıyor. Müthiş kızgınım.
En sonunda bir gün acıdım adama... Gazı kesilecek, açılması da kolay değil yeniden... Uzun uzun çaldım zili... İçeriden bir ses duydum. Bekledim, bekledim. Bir adam indi, açtı kapıyı... Nasıl açtı bilmiyorum ama karşımdaki adamın
iki kolu ve iki bacağı yoktu.
‘Abi ben yetişemiyorum kapıya.... Çok uzun sürüyor açmam’ dedi.
Utandım kendimden adama o kadar küfür ettim diye...
‘Kusura bakma arkadaş. Bilsem iki saat de beklerdim, sabaha kadar da...’ dedim.
Ve bu beni çok üzdü.
Ondan sonra da her gittiğimde kapıyı çalıp aşağı iniyor ve yarım saat açmasını bekliyordum.”

Arka kapıya!
“Kağıthane Caddesi vardı o zaman, şimdi Hüsrev Gerede Caddesi oldu. Başıma bir iş geldi orada... Keçecizade Apartmanı’nda bir kapıyı çaldım, çok güzel giyinmiş, beyaz saçlı, yaşlı bir hatun açtı... O zamanlar hatunların ak saçları yeşile çalardı.
‘Gaz kontrol efendim’ dedim.
‘Alamam ön kapıdan... arka merdivenlerden gir’ dedi.
Kızdım.
‘Ben de oradan giremem efendim’ dedim.
‘Niçin giremeyeceksin?’
‘Çünkü elbisem kirlenir orada’ dedim.
O zaman çok şık giyiniyorum. İngiliz kumaşlarım,
Macar ayakkabılarım, güzel gömleklerim var. Bir de uzun boylu ve 57 kiloyum.
Girersin, girmezsin derken, ‘Ben de seni almam’ dedi.
‘Ben de geri dönerim’ dedim, raporumu yazdım gittim.
İkinci ay yeniden geldim, gene ‘Alamam’ dedi.
‘Ben de arkadan girmem, elbisem kirlenir’ dedim.
Gene almadı hatun...
‘Üçüncüde gazınız kesilecek hanımefendi’ dedim; mecburen homurdanarak aldı içeri...
İçeride bir baktım ki salonda müthiş resimler var:
İbrahim Çallı var, Hikmet Onat var.
Ben de Abidin Dino’dan dolayı biliyorum kim kimdir; resme de meraklıyım.
Ressamları sayıp da çok sevdiğimi söyleyince kadın şaşırdı.
Salonda sedef kakmalı koltuklar vardı, çok lüks ipek perdeler vesaire...
‘Valla hanımefendi ben de sizin yerinizde olsaydım ben de benim gibi birini içeri almazdım’ dedim.
‘Otur şuraya da bir kahve içelim’ dedi.
Oturttu beni... Sohbet ettik, ahbap olduk sonra kadınla... Arada sayaç okumaya gittiğimde girip oturuyordum artık...”