Ankara, akasyalar ve şairler şehriydi bir zamanlar... “Birinci Yeni” orada doğmuştu; “İkinci” de...
Attilâ İlhan, Bilgi Kitabevi’nde çalışırdı. Set Kafeterya’nın caddeye bakan köşesinde şapkasını devirip “Yaraya Tuz Basmak”ı mı yazardı, “Sırtlan Payı”nı mı?
Ahmet Say, Metin Altıok, Tahsin Saraç, gündüz “Türkiye Yazıları”nı hazırlar, akşam Tavukçu’da rakı kadehinde şiir tokuştururlardı.
O ekipten Vecihi Timuroğlu, Atatürk Lisesi’nde müdürümüzdü.
Gülten Akın, Kültür Bakanlığı’nın Yayın Danışma Kurulu’ndaydı.
Özdemir İnce’nin, Ritsos çevirisi “Boyun Eğmeyen Ülke”, 12 Eylül’e 5 kala çıkmıştı. Çok geçmeden boyun eğmişti bizim ülke...
Darbede Gazi Eğitim’de öğretmenlik eden şair Ahmet Telli’yi “komünistlik”ten götürmüşlerdi; “Hüznümüz isyan olmuştu” o zaman...
Aynı okuldan Hasan Hüseyin’i de bir önceki darbede aynı bahaneyle götürmemişler miydi? O darbeden de “Acıyı Bal Eyledik” çıkmıştı.
Ece Ayhan, Cahit Sıtkı, Sezai Karakoç, Mülkiye’de talebeydiler.
Dil Tarih’te Can Yücel Latince şiirler okurdu, daha sonra Metin Altıok’un felsefe okuyacağı dersliklerde...
Enver Gökçe de oradan yetişmiş, sonra Halkevleri’nin “Ülkü” dergisinde Ahmet Hamdi Tanpınar’la, Ahmet Kutsi Tecer’le, Nurullah Ataç’la tanışmış, Arif Damar’la, Mehmet Kemal’le dost olmuştu.
Onların sevmediği “Garip” akımı az ilerdeki Atatürk Lisesi’nde doğmuştu. Okulun zili çaldı mı Orhan Veli, Oktay Rıfat’ın yanına koşar, “Teneffüsü gâvur etmeyelim Oktay...” derdi, “...şiirden bahsedelim...”
Kolay mı? Edebiyat hocaları Tanpınar’dı.
İki yıl sonra Melih Cevdet de katılmıştı aralarına... dersten kaçıp ahşap istasyon binasında şiir okur, Türk Ocağı’nda Othello izler, Bulvar’da adını bile bilmedikleri bir kadının bahçesine kâğıda sarılı şiirler bırakırlardı.
Erendiz Atasü’ye bakarsanız “Bulvar hanımeli kokardı” o zamanlar... “Tek katlı evler, boz renkli apartmanlara dönüşmemiş, bahçeler ölmemişti henüz...”
Erdal Öz, Sergi Kitabevi'ni yönetirdi; Muzaffer Erdost, “Sol Yayınları”nı... (adına İlhan eklenmemişti daha...)
Zafer’in merdivenlerini inip çarşıya daldınız mı Toplum Kitabevi'nde Remzi İnanç karşılardı sizi...
“Gülü bozkır toprağı kokan”, Ceyhun Atuf Kansu Etimesgut şeker fabrikasında, Behçet Aysan Yenişehir SSK dispanserinde doktordu.
İlhan Berk, Ziraat Bankası’nın yayın bürosunda tercümanlık yapardı. “Yeni” sulara açılmasına, “Galile Denizi’ni çıkarmasına ramak kalmıştı.
Türkiye Selülöz ve Kâğıt Sanayii’nde çalışan Turgut Uyar, “Ankara’dan gelir geçer trenim/ bir gün olur elbet ben de binerim” dizelerini yazmamıştı.
Gitmemişti ki daha...
* * *
Sonra gittiler.
Geride şiiri solmuş bir harabe bırakarak göçtüler birer ikişer...
Şöyle demişti son kalanlardan Metin Altıok:
“Zaman zaman soruyorum kendime; nerde Cemal Süreya? Ne oldu Tavukçu’daki öğle rakılarına? Coşkularım tarazlandı benimse, umudumda güve yenikleri; pas kokuyor aşklarım ve artık parlak bir tefle dolaşıyorum Ankara sokaklarını... en kötüsü de, yaşlandı zamanımın güzel kızları... Ankara, benim aziz kentim, sen kendini biraz fazla koyverdin...
Sonra Metin Altıok da gömülmek istediği şehrinin toprağına yattı.
İlhan Berk’in de ölümüyle, şairlerin Ankara’sı hepten koyverdi kendini...
Bugün o şairlerin ne büstleri var parklarda; ne sokak tabelalarında isimleri... ne akasya kokulu bir durakta resimleri...
Akasya da kalmadı ya hoş...
Bulvar, hanımeli kokmuyor artık...
Tavukçu’dan mısralar sızmıyor İnkılap Sokağı'na...
“Sırtlan Payı”nın yazıldığı Set Kafeterya’dan “Bi daha mı gelicez dünyaya” nağmeleri yükseliyor.
“İnsan, yaşadığı yere benzer” diyor ya Edip Cansever; siyasetçi biraz da ondan, kurumuş dallara benziyor.