Yatakta çırılçıplak bir kadın ve bir erkek... Ana rahminde iki bebek kadar masum, yan yana yatıyorlar.
Biri yaralı bir devrimci, diğeri Gürcü fahişe...
Birinin ideali, öbürünün üzerine devrilmiş.
İnsanı ciğerinden vuran bir devrin kahramanları, hasarlı bedenleri ve ruhlarıyla, hep ufka bakıyor, bekliyor, susuyorlar.
Sözden bıkmışçasına, sükût çağındaymışçasına, acıyla olgunlaşmışçasına sabırla, inatla, umarsızca susuyorlar.
* * *
Eskiden... “sabırsızlık zamanında” yani; konuşkandı film kahramanlarımız; perdede lafını esirgemez, yerli yersiz sloganlarla taşı gediğine koymaktan çekinmezlerdi.
Sustular şimdi...
Şairane bir elemle sustular.
“Sürü”de Yılmaz Güney’in Berivan’ının dili bağlanmıştı ilkin... Onca maraza, onca dayağa karşı, bir “ah” bile çıkmamıştı mühürlü dudaklarından...
“Eşkıya”da Keje sustu sonra; zamana lanet eder gibi...
“Yazı Tura”da kirli bir savaştan yaralı dönen Rıdvan sustu.
“Babam ve Oğlum”da “darbe alan” Sadık sustu.
Şimdi de Özcan Alper’in “Sonbahar”ında Yusuf susuyor.
Ölüm orucuna yattığı hücresinden çıktıktan sonra her tarafın hücreye dönmüş olduğunu görmenin mutsuzluğuyla, “Sosyalizm uğruna onca yıl hapis mi yattın, yazık sana” diyen bir Gürcü kızının hayal kırıklığıyla, bir söz orucuna yatıyor bu kez de...
Bir tek ırmaklara haykırıyor isyanını; ki o da yankı vermiyor.
* * *
80’lerle başlayan ölümcül sessizliğin, sinemadaki sedası bu suskunluk...
Darbe mağdurlarının, savaş kurbanlarının, hapis yorgunlarının ketumiyeti... Aslında sözleri bittiğinden değil, sözün hükmü yittiğinden susuyorlar.
Bağlı dilinden acı tükürür gibi, onca boş lafa savrulmuş bir küfür gibi susuyor bazısı...
Bazısı sükûtun siperlerine saklanıyor.
Kimisi gördükleri karşısında dili tutulduğundan, kimisi konuşmanın bedelinin ağırlığından, kimisi etrafın tenhalığından susuyor.
Rıdvan kendine kıyıyor sonunda...
Sadık da Yusuf gibi, zulmün açtığı yaralara yenik düşüyor.
Onlar, yanlış zamanda çıktıkları bir yaylada hayatın dışına savruldukça, hasret çekmiş analarının, küskün babalarının, yetim büyümüş evlatlarının yamacında acı çektikçe ve işittikleri yalanlardan bitkin düşüp sustukça, bizim de bir yumruk oturuyor boğazımıza; bağlanıyor dilimiz...
Ağzımızı bıçak açmıyor.
* * *
Dört mevsimlik bir yüzyılın “sonbahar”ı kısmet oldu bizim kuşağa...
“Düşlerinin peşinde koşan çocuklar” susturulduğundan beri, yaprak döküyor yerküremiz...
Hüzünlü bir güz, sadece sinemada değil sokakta da, sadece bizim buralarda değil dünyada da hüküm sürüyor.
Sonbahar böyleyse, kış çok daha çetin geçecek demektir.
Ama biz sussak da umut susmaz: Sadık, dal gibi bir oğul bırakır geride...
Yusuf, eski bir tulumu tamir eder, yeniden çalınsın diye...
Çünkü suskunlar bilir:
Her sonbaharın ardından yine ilkbahar gelir.