Sabah sabah hava kapalı ve yağmurlu da olsa; yeni bir cumartesinin kastanyetleriyle, gündemin dışına kaçan bir gönül pasadoblesini paylaşmaya çalışmak...
* * *
Evet ama, nasıl?
Örneğin gazetelerin karelere bölünmüş bulmacalarına benzer, eğlenceli bir soruyla:
Şu kitapları, gıcık olduğunuz kişilerden kimlere göndermek isterdiniz?
* * *
1- “Utanmaz adam”, yazarı Hüseyin Rahmi.
2- “Budala”, yazarı Dostoyevski.
3- “Küçük adam ne oldu sana”, yazarı Hans Fallada.
4- “Bozgun”, yazarı Emile Zola.
5- “Papeloğlu”, yazarı Ercüment Ekrem.
* * *
Devlet Tiyatroları’nın başarılı yönetmenlerinden Yunus Emre Bozdoğan, geçenlerde birkaç günlüğüne İstanbul’a gelmişti.
Aradaki kuşak farkına rağmen, ortak bir frekansın; Sofokles’lerden, Moliere’lere, Bernard Shaw’lara, Arthur Miller’lere kadar, tiyatro dünyalarının ölümsüz yolcularıyla dolu, -sadece sevenlerine görünen- bir hayal zeplinine atlayarak, uçup gittik güncel gündemlerin dışına...
* * *
Bir ilkokul sınıfı düşünün ki, ilerde ne olacaklarını bilmeyen 7-8 yaş çocukları oturuyor sıralarda.
Ama öğretmen biliyor, hangisinin Atatürk, hangisinin İnönü, hangisinin İbrahim Çallı, hangisinin Dümbüllü, hangisinin Fevzi Çakmak olacağını...
* * *
O öğretmen, sürekli yaramazlıklar yapan o çocuklara karşı, nasıl davranacağının şaşırır mıydı, şaşırmaz mıydı?
* * *
Yeni bir cumartesinin, temposu değişik kastanyetlerinde “depresyon”, “stres”, “bunalım”, “iç sıkıntısı”, “yalnızlık” ve “çıldırma” üstüne de, sert topuk vuruşlu kahkahalar dolaşsa...
* * *
Dolaşabilir mi, dolaşamaz mı?
Hz. İsa’nın doğumundan, 30-40 yıl kadar önce yaşamış olan Latin şairi Ovidius’un, “Aşk sanatı” adlı kitabında da; insanın ellerini böğründe bırakacak öyle açmazlar var ki, Abdülhak Hamit’i bile kafa kola almış.
* * *
İşte Tanzimat döneminin “şair-i azam”ından, genç karısına uzanan bir sitem:
- Sensiz de, seninle de yaşanmıyor.
* * *
Vaktiyle Baudelaire de aynı bunalımın içindeymiş; o da sevgilisine şöyle diyor:
- Seni, senden nefret ettiğim kadar çok seviyorum.
* * *
Rahmetli annemin en çok kullandığı sözlerden biri de şuydu:
- Bugün asabım çok bozuk.
* * *
Sanki “akıl” ile “delilik”, sırt sırta yapışık ikiz kardeşler gibi:
- Boş ver sen ona, kafayı yemiş o...
- ...
- Vallahi o sırada neredeyse delirecektim...
- ...
- Öyle bir söz söyledi ki, aklımı başımdan aldı...
- ...
- Aklını peynir ekmekle mi yedin sen?..
- ...
- Akıl akıl, gel gel de parmağıma takıl.
- ...
- Hale baksanıza, deli olmak işten değil.
* * *
Bizim Paris’teki büyükelçilik binası, 150 yıl öncesine kadar, bir akıl hastanesiydi.
Kimler kimler geçmedi ki oralardan; Nerval’ler, Maupassant’lar...
* * *
Günümüz “stres”leriyle, “depresyon”ları da, çeşit çeşit...
Dertleşmelerin menüsü ise pek değişmiyor; ya eşlerden yakınma, ya borçlardan, ya buluğ yaşındaki çocukların bildiğini okumalarından...
* * *
Yılların içinden süzülmüş bir deyim vardır:
- Elimi omuzuna dostça koydum, meğer altında yarası varmış.
* * *
Kimin yarası yok ki, omuzunun görünmeyen kısmında?
Fuzuli de, 500 yıl önce yalnızlıktan şöyle yakınıyordu:
Ne kimse yanar bana ateş-i dilden özge (kendi ateşimden başka)
Ne açar kimse kapım bad-ı sebadan gayrı (sabah rüzgârından başka)
* * *
“Milliyet Sanat”ın mart sayısında Tilda Tezman’ın, bir tiyatro yazısı vardı:
“Bir erkek oyuncudan Camille Claudel’in portresi.
Charles Gonzales, tek kişilik oyununda heykeltıraş Camille Claudel’in trajik yaşamını başarılı bir şekilde sahneye aktarıyor. Sanatçı, Claudel’in yaşamını mektuplar aracılığıyla ortaya koyarken heykeltıraşın ta kendisi oluveriyor.”
* * *
Yazıdaki fotoğrafların üstünde de, şu açıklamalar okunuyordu:
“Camille Claudel, ömrü boyunca acı çeken bir kadın. Kıskanç bir adamı sevdiği için acı çeken, bu aşkının gölgesinde kalmaya mahkûm edildiği için acı çeken, parasız kaldığı için acı çeken, başarısı görmezliğe gelindiği için acı çeken...”
* * *
Tilda Tezmen, not halinde şöyle bir açıklama daha yapıyordu:
“Gonzales, deliliğin evrensel bir nevroz olduğunu ve hepimizin bu açıdan ip üstündeki cambazlara benzediğimizi ortaya koyuyor.”
* * *
Kadın kılığına girmeden, soyut bir insan olarak; sonunda akıl hastanesinde can vermiş bir kadın sanatçının hayatını tek başına sahnelemek; elbet de bir tiyatro doruğu...
* * *
Cumartesi kastanyetlerinin tıkırtısını şenlendirmenin ortaklığında el çırpmak için, en kestirme yol; kendi iç cehennemlerinde kavrulmuş dehaların, yıldızlara yerleşmiş saksılarına bakarak:
- Şükür halime, demek.
* * *
Her ne kadar buralardaki cehennemlerin de körükçüleri çok daha başka ve yıldızlara yerleşmiş saksıların güzelliklerini gören gözler de pek azsa...
* * *
Bütün bunları çok yakından bilen Rıza Tevfik, yine de kızına şöyle sesleniyordu:
Neşeli ol neşeli,
Varsın desinler deli;
Eğlenmeli gülmeli,
Her gün her zaman kızım.