Nihayet öbür gün gerçekleşecek olan yerel seçimlerin, “bizim şeyhin kerameti olur menkul kendinden” atasözü üstüne cuk oturan, değnekçi başı nutukları; dün yine sürüp gitti herhalde ama...
* * *
2. Ergenekon iddianamesinin mahkemece kabulünden sonra; İstanbul’daki tüm çöp bidonları sanki tersine dönmüşçesine, ortaya dökülen suçlamalar; nutukçu esnafının gırtlak gösterisini tezgâh dışına itti.
* * *
“Türk milleti asker millettir”, “her Türk asker doğar” gibi, “dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” türünden birtakım sloganlar, hâlâ sıcaklığını korusa bile; Türkiye tüm tarihinde ne bir uçak bombardımanı gördü, ne bir tank hücumu, ne de Waterloo’dakine benzer bir meydan savaşı.
* * *
Şimdiyse bazı emekli paşalar, uyuşturucu ticaretiyle bile suçlanmakta...
Gerçi şeffaflık sıralamasındaki yerimiz bir hayli karanlık; Finlandiya’nın altında 56’ncı basamakta...
* * *
Galiba vatanı, milleti, devleti, ülkeyi, şanı, şerefi, onuru, gururu kurtarma; şeffaflığı gerçekleştirmeye ağır bastığında, sap saman birbirine karışmaya başlıyor.
* * *
Ve Savunma Bakanlığı’nın Bütçe’den aldığı pay, Adalet Bakanlığı’nın aldığı paydan, yüzde 1.300 kat fazla oluyor.
* * *
3-5 gün önce artık adları “kuaför”e çıkmış olan genç berber dostlara gittim. Yine eski bir dost olan babalarının mesleğini sürdürüyorlardı ve bendenizin saçlarını kesip düzeltmenin, en uzun 10-15 dakikaya sığdırılması gerektiğini biliyorlardı.
* * *
Siz bendenizin yazı başlığı yanındaki fotoğrafıma bakmayın.
Gitgide daha da uzaklaşmakta olan bir fotoğraf o.
* * *
Berber koltuğunda oturmuş, koskocaman aynada yüreğime bir hayli yabancılaşmış olan suratıma bakarken; bizim folklorda “kellik” üstüne ne kadar da çok deyim olduğunu düşündüm.
* * *
Takke düştü kel göründü
Tut kelin perçeminden
Kel başa şimşir tarak
Kelin ilacı olsa kendi başına çalar
Kel yanında kabak anılmaz
Hem kel, hem fodul...
* * *
“İstanbul Dükalığı”nın gizli bir iç sömürgesiymiş gibi görünen taşra ve özellikle de Güneydoğu Anadolu; hiçbir zaman “adam yerine” konmamış milyonlarca insanın, bir sefalet bataklığı idiyse de...
* * *
Sıtmadan, trahomdan, frengiden, veremden, tifüsten, zehirli ishalden kırılıp kırılıp gidiyorduysa da kadınlar, kızlar, çocuklar, erkekler...
* * *
Ama -kendiliğinden saç dökülmesi değil, “saçkıran” denilen viritük bir hastalığın yarattığı kellik de, bu kadar yaygın mıydı acaba?
* * *
Avrupa’nın aristokratlarıyla yargıçları perukluydu.
Bizim padişahlarla saray erkânı da kavukluydu.
Kaç tanesinin kel kafalı olduğunu, bendeniz bilmiyorum.
* * *
Bendenizin bildiği, onların karşısında kavuğunu çıkarıp yerlere kadar eğilenlere, “dalkavuk” dendiği idi...
* * *
“Dal” çıplak demekti; “dalkılıç”, çıplak kılıç; “daltaban” çıplak ayak; “dalkavuk”, çıplak kavuk anlamınaydı.
* * *
Suçlanan paşaların, seçmenleri çok cahil gördükleri iddia ediliyordu.
Bilmiyorum kendileri; Türk ve Dünya şairleriyle, Türk ve Dünya yazarlarından kimleri çok seviyor, İNSANLIĞIN ortak bahçelerindeki rengârenk şahyapıtlardan meltemlenen, üst düzey sohbetler yaratıyorlar mıydı?
* * *
Çünkü seçmenler gibi militerlerin de önemli bir kesimi, 20 ciltlik kadar bile bir kitap rafı bulunan ailelerden geliyor değillerdi genellikle...
* * *
Genç berber dostlarla konuşurken de, pazar günkü yerel seçimlerin sonuçlarını gerçekte; Hazine’den geçinmeli mesleksiz “mevki sahipleri”nin çok itibarlı; “berberlik” gibi, “marangozluk” gibi, “aşçılık” gibi, “elektrik teknisyenliği” gibi çıplak hayattan mesleğiyle geçinenlerin de iyice itibarsız olmasının saptayacağını söyledim.
* * *
Parti mitingleriyle nutukçuların haberlerini, sadece suçlanan paşaların haberleri silip süpürmemişti.
BBP’nin başkanı Yazıcıoğlu’nun da, ilk kez bindiği kiralık helikopter, Berit dağlarına düştükten sonra, hala bulunamamıştı.
* * *
Oysa kaza haberinin hemen arkasından, Yazıcıoğlu’nun hastaneye kaldırıldığı, bilincinin açık olduğu haberleri duyrulmuştu.
* * *
Düşen helikopterin ne pilotundan, ne de Yazıcıoğlu’yla birlikte olan partili arkadaşlarının kimliğinden hiç söz edilmemişti.
* * *
Anlaşılan partilileri paniğe uğratmamak için, çarpıtılmıştı haberler; yoksa ne uçağın enkazı bulunmuştu, ne de Yazıcıoğlu...
* * *
Zaten Türkiye’de ne uçak, ne de helikopter kazalarıyla aksaklıkları fazla aydınlatılırdı.
Hollanda’daki uçak kazasından sonra da, kimsenin ölmediği açıklanmıştı.
* * *
Yöneticiler için, halkı tedirgin etmeme amacıyla, Şark kurnazlığı akrobasilerine başvurma bir gelenekti.
* * *
Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de saat 09.05’te değil, çok daha erken öldüğü söylentileri yaygındı.
* * *
O tarihlerdeki Başbakan Bayar, memurların işe başladıktan hemen sonra saygı duruşunda bulunmalarını uygun gördüğü için; ölüm saatini 09.05 olarak ilan etmişti.
* * *
Ne var ki zamanla, mızraklar çuvala sığmaz oluyor; minareler çalınsa da, hazırlanmış kılıflara sokulamıyor, güneş balçıkla sıvanamıyor...
* * *
Kala kala elde “dil uzatma” suçlamasıyla, “resmi ve kutsal kurumları yıpratmayalım” uyarısı kalıyor...
* * *
Türkiye’nin saman altında bırakılmış gerçekleri, su yüzüne çıktıkça; örneğin Enver Paşa egemenliğinin nelere mal olduğu kurcalandıkça, siyasetçiler:
- Onlar, derler; artık geçmişte kaldı.
* * *
Oysa hiçbir şey geçmişte kalmıyor. Yoksa hâlâ daha bir parti lideri, firması tarafından sakatlı oldukları 5 gün önce ilan edilmiş bir helikoptere biner de, kendisine de iş işten geçmiş olduktan sonra mı ulaşılırdı?
* * *
Aşındırdığımız, yıprattığımız, usandırdığımız, ama bir türlü pörsütemediğimiz bir sözcüğü bir kez daha tekrarlayalım:
Yazık!..