YazarlarDağ denize yürüdü

Dağ denize yürüdü

23.11.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Dağ denize yürüdü

Dağ denize yürüdü
TANYERLERİ ışıdı ışıyacaktı. Deniz sütlimandı, apaktı. Küreklerin şıpırtısından başka ses yoktu. Martılar daha uyanmamıştı. Gün doğmadan önceleri, dtünya dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser.Poyraz Musa dün akşamdan bu yana hemen hemen hiç soluk almadan, ince, telaşsız bir uyumla kürek çekiyordu. Kimi zaman belli belirsiz bir yel esiyor, sonra yitiveriyordu. Delikanlının ter kokusuna küreklerden gelen deniz kokusu karışıyordu. Yorulmuştu ya aldırmıyordu. Denizin de apak kesildiğini görünce avuçlarının acıdığını, yorgunluğunu, her şeyi unuttu. Seher yeliyle birlikte içine, onu alıp uçuran bir sevinç geldi oturdu. Akşamdan beri sanki kürek çekmiyormuşcasına birden canlandı, küreklere asıldı, altındaki kayık uçuyordu. Deniz daha sütb.eyazdı. Kayık, kürekler, gökyüzü, yıldızlar da apaktı. Poyraz Musa da tepeden tırnağa apaktı.

FIRAT SUYU KAN AĞLIYOR BAKSANA (1)


Karşı dağların ardı aydınlanınca deniz menevişledi. Denizin üstünde çok mor, çok turuncu, çok yeşil, çok sarı, çok kırmızı ışıklar kaynaşmağa başladı. Poyraz Musa, başını kaldırıp karşıya bakınca az ilerdeki adayı gördü, hızını kesti, kayığı durdurdu, ayağa kalktı, kollarını açtı, derin bir soluk aldı, kayık sağa sola hafiften sallanıyordu. Bir tansıkla karşı karşıyaydı. Ada pespembe bir ışığa batmıştı. Pembe ışık denize yansımış inceden dalgalanıyordu.Poyraz Musa, günün ucu gözükünceye kadar olduğu yerde, kayıkla birlikte sallanarak orada öyle, kendinden geçmiş durdu kaldı. Önce denizin aklığı kaydı gitti, bir anda gözden silindi. Ardından denize yansımış şeftali çiçeklerinin pembesi birden uçtu gitti adanın üstüne kondu. Yıldızlar parladı söndü. Bir balık, neredeyse bir çocuk boyu, denizden fırladı, havada çıkarak, çelik mavisi, çelik yeşili, çelik moru, çelik kırmızısı ışıklarını fışkırtarak, geri düştü. Balıklar, büyüklü küçüklü arka arkaya denizden fırlıyor, ışıklarını havada bırakarak denize geri düşüyorlardı. Denizin üstü bir çocuk boyu pul pul oldu.Poyraz Musa gülümseyerek yerine oturdu, küreklere yapıştı, kayığın burnunu gündoğuya doğrulttu, kıyı kıyı gitmeğe başladı. Gün kuşluğa doğru da adanın önündeki koya ulaştı, kayıktan çakıltaşlarının üstüne atladı, birkaç adım attıktan sonra döndü, alandaki üç ulu çınara baktı, çınarlar tomurcuğa durmuştu, ince, tüylü bir yeşillik havayı, denizi okşuyordu. Güneye denizin kıyısına sıra sıra dizilmiş, iki katlı evlerin önünden son eve kadar yürüdü, oradan doğuya döndü, orada da evler iki katlı yanyana dizilmiş tahta evlerdi. Ardından köyün içine yürüdü, hepsi tahta evlerdi, çoğu pekmez rengine, bir kısmı da sırıya, mora, patlıcan rengine, maviye, aka boyanmıştı. Denizin kıyısına sıralanmış evlerin hepsinin de rengi silme, aktı. Adadaki üç yel değirmeninin de rengi apaktı. Üç değirmen de, her an, ışığa batıyor çıkıyordu. Poyraz Musa ortadaki küçük tepenin üstüne oturtulmuş yeldeğirmenine doğru yollandı. Değirmenin kanatları ağır ağır dönüyordu. Kapı açıktı, azıcık ürkek içeriye bir adım attı. Kocaman, ağır, kalın bir demir çemberle kuşatılmış değirmen taşının üstüne buğday taneleri dökülmüştü, benekli taşın yöresi bir karış yüksekliğinde bir tahta perdeyle çevrilmiş, önüne büyük bir un teknesi yerleştirilmişti. Üğünen unlar bir ağaç oluktan bu teknenin içine akıyordu.Poyraz Musa, bu koskocaman, büyük kesme taşlarla örülmüş kulenin içine girince bir hoş oldu. Burnuna, çok uzaklardan sıcacık bir un kokusu geldi. Babasıyla, semereli beygirlere buğday çuvallarını yüklerler, karşı dağın dibindeki su değirmenine giderlerdi. daha değirmene yaklaşmadan, uzaklardan bir su sesiyle birlikte inceden bir un kokusu gelirdi. Değirmen taşını görünce de kulaklarında su sesi, burnunda un kokusu... Değirmenin dört yanında birer ulu çınar büyüklüğünde incirler, çok uzun, telli kavaklar, kavaklara sarılmış asmalar, taa dağın yamacına kadar giden narlar... Aylardan haziransa al al dalgalanan nar çiçekleri... Arkın kıyılarında yaban naneleri, un kokusuna karışmış binbir koku. Değirmenin pervanesinden, köpüğe kesmiş, kaynayarak dökülen su. Suyun kıyısında bitmiş binbir kokuda çiçekler... Un kokusuna karışmış suyun kokusu. Som sarı sarıasmalar incirlerde üstüste... Sapsarı her yan. Işılayan ekinler. Ova... Ova yoğun bir sarı ışığın çalkantısında, dalgalanışında, göğe ağan, durmadan çakan dönen, kıvımcımlanan bir ışık denizi. Buğdayların üğütülmesi bitene kadar Poyraz Musa incir ağaçlarının üstünden inmezdi. Bir dalın üstünde kendisi, öbür dallarda her biri güvercin kadar büyük sarıasmalar.Gülümseyiverdi. İçeriye bir adım daha attı. Yana yöreye atılmış telis çuvallar, paslanmış, ne olduğu belirsiz demir parçaları, kırık dişliler, baştan aşağı dört parmak aralıklarla delinmiş uzun bir kalas, duvara dayalı. Gene duvara dayalı yepyeni daha rüzgar görmemiş bir kanat, oraya buraya atılmış yumru yumru, dipleri düşmüş üç isli bakır tencere...Tahta merdivenleri gıcırtadarak üst kata çıktı. Burnuna daha, bir yerlerden unu kokusu geliyordu, kekik kokusuna, incir sütü kokusuna karışmış. Yukarı çıkınca sert bir ışığa çarptı, sallandı. Doğuya, batıya, kuzeye, güneye dört büyük mazgal gibi pencere açılmıştı. Pencerelerin dördünün de kapakları sökülmüş yerde yatıyordu. Güneydeki pencereye gitti, dışarıya baktı, uzakta dümdüz deniz gözüküyordu. Evlerin kiremit damları sanki ayağının dibindeydi.Pencerelerden birinin önüne gelince, değirmen duvarlarının ne kadar kalın olduğunu anladı. Zorla pencerenin içine çıktı oturdu, kulacıyla duvarı ölçtü, nerdeyse kalınlık bir kulaçtı. Pencereden geri atlayınca dizleri büküldü, az daha yere kapaklanıyordu. Tükenmişti. Doğruldu, öteki pencereye yürüdü. Pencereden, bu sabah tanyerleri ışımadan denize pespembe çiçekleriyle yansımış şeftali bahçelerini gördü. Gökyüzü, deniz, toprak, dünyada ne varsa, çiçek, kuş, ağaç, yeşiller, morlar, sarılar, turuncular hep pembeye kesmişti. Poyraz Musa, şöyle başını çevirip kendine baktı, kendisi de tepeden tırnağa, iliklerine kadar pembeye kesmişti. Değirmenin üstündeki son pembe bulut ışıklar içinde yuvarlanarak güneye doğru sağılıp gidiyordu. Başı dönerek doğudaki pencereye vardı. Oradaki her bir şey de pembeydi. O pencerenin önündeki çok durmadan kuzey penceresinde aldı soluğu. Orada, pembe çalıların arasında kıpırdayan, sonra yürüyen, siner, koşar gibi eden, ardından da yitip ortadan silinen bir karartı çarptı gözüne. İçini bir korku, bir tedirginlik aldı, çabucak merdivenleri indi, dışarıya çıktı, çabuk çabuk alana yürüdü, alandaki ilk evin kapısını açtı. Kuzeydeki çınarın dalları evin üstünü örtmüştü. Dallardaki kuş yuvaları daha yavruya durmamıştı. Evin içi tamtakırdı. Geriye, çakıltaşlarının üstündeki kayığına döndü. Kayığı maviye boyamıştı. Eğildi, kayığın içindeki yatağını aldı, birkaç kez zorlattı, az daha yatağı yerinden kaldırıp alamıyordu. Sonunda iki eliyle yatağa sarılı ipi çekti aldı. Çakılların üstüne indirdi, sürükleyerek eve götürdü, yatağı neredeyse açamayacaktı, soyunamadan yana düşmüş döşeğin üstüne devrildi. Gözlerinin önünden pencereden karartı geçti. Kayıktakileri alıp içeriye getirecek gücü kalmamıştı. Ya o karartı bir adamsa, ya gelip kayığını içindekilerle alıp götürürse... Birden ayağa fırladı, kürekleri kaptığı gibi döndü, kapıyı kapattı sürgüledi geldi, daha yatağı açamadan başı dürülü yatağın üstüne düşüverdi.Kır bir ata biniliydi. B:aşı sonu gözükmeyen düz bir ovada gidiyordu. Ova... ova apaktı, ışık içindeydi. Pespembe, kocaman kocaman açmış çiçekler atın karnına değiyor, gittikçe de uzuyordu. At pembe çiçekleri zorlukla yarıyordu. Işık da bastırıyor, şakırdıyordu. Karşı yüksek dağın tepesinden kopan su köpürerek, gürüldeyerek dağın yamaçlarından uçup ovaya iniyor, pembe çiçeklerin içinde yitip gidiyordu. Birdenbire suyun gümbürtüsü durdu. At şaha kalktı, dağ pespembe oldu. Pembe gölgeler ovanın üstünü örttü.Akdeniz mavide tütüyordu. Işıklar şırıldıyordu.Yağmur yağıyordu, pespembe.Şaha kalkmış kır at kişniyordu, pembeye kesmiş. Pespembe olmuş dağ yürümeğe başladı, ışıkları köpürdeterek. Pembe bir sel köpürerek akıyordu. doğadan aşağı. Ovayı binlerce, pembeye kesmiş kır atın kişnemesi doldurmuştu. Atlar birbirlerine girmişler, uçuyorlardı. Atların kanatları birbirine değiyor, yerleri, kuyrukmları savruluyordu. Işıklar gittikçe dünyayı dolduruyordu.Sonra atlar, daha sonra som sarıya kesmiş ova kurşun geçirmez bir karanlık altında kaldı. Som maviye kesmiş gök, som maviye kesmiş deniz, som maviye kesmiş bulut ışık altında kaldı.Her şeyi yoğun bir ışık dumanı örttü. Sonra yavaş yavaş her şey pembeleşti. Hışım gibi bir yağmur indirmeğe başladı. Gene her yen karanlığa kesti. Göz gözü görmez bir karanlık... Karalığın içinden dağ çıktı, ışıktan. Döne döne, ışıklarını savurarak çekti denize aktı gitti. Karalık deniz apak oldu, dünyaya ışığını boşaltan. At gene pembeye kesti...Poyraz Musa kayığının içindeydi. Elleri küreklerde, avuçları şişmiş, kolları da durmuş, kaldıramıyor bile. İkide bir kürekleri suya indirip yöreye bakıyor, hiç bir kara parçası, hiç bir yanda gözükmüyor. Martılar kıyamet, tepesinin üstünde çığlık çığlığa, bir iniyor, bir kalkıyorlar. Nerdeyse saldıracak, onu parça parça edecekler. Korkuyor, kayığın içine büzülüyor. Martılar kanat kanada, üstüste. Soluk alamıyor. Dağ denize yürüdü. Daha karanlığın içindeydi. Yalp yalp yanıyor, denizin dibine, batan bir gemi gibi iniyordu. Sonunda dağ battı, bütün ışıkları denizin yüzünde kaldı. Deniz en derinine kadar ışıkla doldu. Denizin dibinde koskocaman gemiler, koskocaman balıklar, balık sürüleri üstüste, çığlık çığlığa uçuşan kıskıcaman martılar... Kuş sürüleri sonsuz bir hortumda, yıldızlarla karışmış dönüyordu.

Deniz gene apaktı. Poyraz Musa kıyıya çakıltaşlarının üstüne dizlerini dikmiş, çenesini de dizlerinin üstüne koymuş çökmüş oturmuştu. Böyle aşağıdan, denize dümdüz bakarsan, denizi pul pul, çelik moru, çelik mavisi, ustura yeşili, ustura kırmızısı binbir renkte menevişlenir görürsün. Poyraz Musa ayağa kalktı ellerini beline koydu, bedenini sağa sola döndürerek kayığına yürüdü, kilim çuvalın içindeki büyük ceviz kutuyu aldı, az ilerdeki büyük kesme taşın üstüne oturdu. Öndeki büyük çınarın dalları denizin üstüne doğru uzamıştı. Dallardaki yuvaların hepsi boştu. Kuşlar nereye gitmişlerdi acaba? Cebindeki anahtarı çıkardı, kilidi açtı. Kilit üç kez, çın, çınn, çınnn, diye öttü. Önce kılavlama kayışını aldı sandıktan, sonra usturasını, fırçasını, sabununu, su kabını aldı. Su kabını denizden doldurdu. Sabun iyi bir sabundu ya, deniz suyuyla bir türlü köpürmüyordu. Arkasını dönünce alandaki, üç çınarın tam ortasına oturtulmuş çeşmeyi gördü, içini ılık, umutlu, aydınlık bir sevinç aldı inceden, belli belirsiz. Çeşmeye gitti, musluğu açınca şakır şakır bir su boşandı. Önce ağzını musluğa dayadı, doya doya bir su içti. Amma da susamıştı! Susamıştı ya bu kadar su içinde, içi yanıyordu da susamışlığı aklına gelmiyordu. Su kabını doldurdu, geldi dalların altındaki kesme taşın üstüne çöktü. Çeşmenin üstünde ne olduğu belli olmayan, yarı yarıya silinmiş bir kabartma resim, bir de hiç bir yazıya benzetemediği, resmin altına oyulmuş eciş bücüş yazılar... Kimbilir, belki bu yazı Rumların yazısıdır.