Yaşadığımız büyük felaketin 20. günü bugün. Kaybettiğimiz vatandaşlarımızın sayısı 50 bine dayandı. Yaralıların sayısı 100 bin civarında. Yaralananlar hastanelerde tedavi ediliyor. Tedavisi olan ise taburcu olup hayatına devam etmeye çalışıyor. Hayatına devam etmeye “çalışıyor” dedim çünkü bir depremzede için ister depremden kendisi de evi de sıyrık almadan kurtulmuş olsun, ister tepesine yıkılan yuvasının enkazı altında saatlerce kalmış olsun, artık hayatın normali diye bir şey yok artık. O normal ortadan kalkmış durumda ve yerinde ise bir “kıyamet” manzarası var.
Ama depremin açtığı yaralar sadece bedenlerde değil. Depremin vurduğu illerde yaşayan tüm vatandaşlarımız ağır bir ruhsal yaralanmanın etkisi altında. Üstelik sadece depremzede vatandaşlar değil tüm ülkemiz derin bir travmanın etkisi altında.
Düşünüp duruyorum depremzede vatandaşlarımızın neler hissettiğini anlayabilmek için ama bunun ne denli boş bir çaba olduğu ortada. Hem depremzede vatandaşlarımızın hem de ülkenin geri kalanının ruhunda açılan bu büyük yarayı tedavi etmenin neredeyse imkansız olduğunu düşünüyorum. Ancak katlanılabilir belki bu acıya, onunla birlikte yaşamaya alışılabilir. Ama asla iyileşebileceğini düşünmüyorum.
Başta depremzedeler olmak üzere tam bir iyileşme belki hepimiz için imkansız ama iyileşme dediğimiz şeye çok yakın bir duruma gelebilmenin de yolları var. Bu yolların en başında geleni ise hesaplaşma yolu. Yaşanılan deprem felaketini hazır eden koşullarla, bu koşulların ortaya çıkmasında sorumluluğu olanlarla, müteahhitten siyasetçiye, öncelikle hesaplaşmak lazım. Geçen hafta bu silsilede kimlerin olduğunu açıkça yazdık.
Fakat mesele sadece bu kadarla da kalmamalı. Arama kurtarmada yaşanan eksiklikleri de konuşmalıyız. Depremzedelerin ihtiyaçlarının neden yeterince hızlı karşılanamadığını da… Bu sorunlar bir daha yaşanmasın diye bunu yapmak zorundayız.
Daha da önemlisi hem depremzede vatandaşlarımızın ruhlarında hem de ülkemizin kolektif hafızasında açılan bu yaranın katlanılabilir bir seviyeye gelmesini sağlayacak yegane tutum tüm bu saydıklarımızın açık ve şeffaf bir biçimde toplum önünde hesap vermesi olacak.
Hesap vermekten kasıt da bir cadı avı değil, bunun altını özellikle çizmek isterim. Aksaklığın tespiti ve bu aksaklığın giderilmesi için hesaplaşma denen şeyin de itidal ve sükunetle yapılması şart. Sorumlu varsa elbette cezasını çekecek. Bu ceza toplumsal kınamadan adli işlemlere kadar geniş bir yelpazeye yayılacak elbette. Çünkü eğer böyle olmazsa yaşanılan aksaklıkları çözmek ve bir sonraki felakete hazır olmak mümkün olmayacak.
Ama eğer ellerde meşalelerle cadı avına çıkarsak ne olur biliyor musunuz? 1999 depremi sonrası olanlar olur tekrar. 99 depremi sonrası bahsettiğim hesaplaşma olmadı. Onun yerine bir iki simge isim “linç edilerek” olayın asıl sorumluları bir şekilde perde arkasına itildi. Ne demek istediğimi şöyle anlatayım: 99 depremi sonrası hesap veren birini hatırlıyor musunuz?
Ben söyleyeyim en hafızası güçlü olan bile en fazla bir ismi hatırlayacaktır: Veli Göçer. Sonrası yok. Oysa müteahhidinden, kolon kesen mağaza sahibine, imar müdürlüklerinden, belediye başkanlarına, iktidarından muhalefetine imar aflarını onaylayan siyasetçisine, arama kurtarma ekiplerinin nicelik, nitelik ve sevk-idaresinden depremzedelerin barınma, beslenme ve sağlık ihtiyaçlarının karşılanmasına, enkaz kaldırmadan yeni konutların inşasına kadar sürecin hemen her adımındaki “sorumlular” ve “sorunlar” hemen hemen aynıydı. Bu son felakette listeye sadece yapı denetim şirketleri eklendi. Geri kalanı aynı.
Şimdi aynı şeyi baştan yaşamamak için, sakince ve şeffaf bir biçimde ama hiç olmazsa bir kez, hiç olmazsa bu kez hesap soralım.