Dün kaldığım yerden devam ediyorum. Önce “Koruyucu Aile” olmayı ardından evlat edinmek isteyen bir yakınımızın duygularını sizlerle paylaşmıştım.
Bugün de bu sürecin nasıl işlediğini ve hangi noktalarda insanın moralinin bozulduğu ya da düzeldiğini kendi satırlarıyla aktarıyorum.
“Bir ‘Güneş’im olsun diye başlayacağınız bu serüvende, ne yazık ki ‘Güneş’ her sabah olduğu gibi kendiliğinden doğmuyor hayatımıza.
Bir ‘Güneş’imizin olabilmesi için evlat edinmek, ‘Koruyucu Aile’ olmak ya da ‘Gönüllü Aile’ olmak lazım. Evlat edinmek söz konusu olduğunda ‘Güneş’ sizin nüfusunuza geçiyor, sonsuz bir birliktelik başlıyor. Zaman zaman öylesine büyük bir sorumluluğu yüklenmekten çekinen aileler ‘Koruyucu Aile’ yaklaşımını deniyor. Bu yaklaşımda çocuk tamamen sizinle kalıyor, ancak gerçek ailesi ile bağı hiç kopmuyor, düzenli aralıklarla görüşebiliyor. Bir başka yaklaşım ise ‘Gönüllü Aile’. Koruyucu aileden farkı ‘Güneş’inizin sizinle değil kurumda kalıyor olması ve yetkililerin izin verdiği ölçüde onu görüp, gözetiyor olabilmeniz.
Evlat edinmede yaşanan en büyük problem başvurudan sonra ailenin gelecek cevabı çok bekliyor olması.
Sosyal Hizmetler’in sizinle görüşme yaptıktan ve siz evraklarınızı teslim ettikten sonra size geri dönüp bilgilendirmesi çok ama çok zaman alıyor. Üstelik bu sürecin ne kadar zaman alacağını, hangi evraklarınızın eksik ya da tam olduğunu asla bilemiyorsunuz. Aradan yıllar geçince birden sizi bir yetkili arayıp, sizi bir çocukla tanıştırıyor.
Tabii bu süreç içinde hayatınızda olan değişiklikler meçhul... Oysa aile ilk başvurusunu yaparken o kadar heyecanlı ve dinamik ki bir an önce ‘Güneş’ine sarılmak istiyor. Diğer yandan ‘Güneş’ de onlara. Bu tanımsız süreç ailelerin bir yandan heyecanını azaltırken aynı zamanda sahip olunan enerji ve konsantrasyonun da zayıflamasına neden oluyor.
* * *
Kanımca aileler bu konularda çok daha fazla bilgilendirilmeli. Şu an İzmir’de 206 başvuru varsa, bunun yüzde 80’i 0-1 yaş kız çocuğu ile ilgili. Oysa kendimiz çocuk sahibi olmaya karar verdiğimizde cinsiyetini dördüncü ayda öğrenebiliyoruz ve bu tamamen bir şans. ‘Koruyucu Aile’ olmak için kriterler uyuyorsa süreç daha kısa. Evlat edinmede olduğu gibi yetkililer sizi evinizde ailenizle birlikte ziyaret edip, görüşme olumlu geçerse sürecinizi başlatıyor. Asıl handikap bundan sonrası; yetkililer size uygun olduğunu düşündükleri bir çocukla sizi tanıştırıyorlar. Yapay bir ortamda, kalbiniz çarpa çarpa tanıştırılıyorsunuz. Çocuklar genelde ürkek ve şaşkın oluyorlar. Aslında onları doğal ortamlarında yaşayarak tanımak çok daha doğru diye düşünüyorum.
Koruyucu aile olabilmenin bütün güzellikleri yanında bazı iç burkan yanları da yok değil. Düşünsenize günün birinde asıl aileler durumunu düzeltip ‘Güneş’lerini geri alma hakkına sahip olabiliyor. Bu çoğunlukla hem koruyucu aileyi hem de çocukları dehşetli bir ikilemde bırakıyor. Bir yanda onun biyolojik ailesi, öte yanda ona uzun zaman emek veren, ısınıp ısıttığı koruyucu ailesi.
Bu kararı verirken sosyal hizmetlerdeki yetkililer de çok zorlanıyor.
Nihayetinde koruyucu ailenin bir ‘Güneş’e sahip olabilmesinin, sımsıcak duygularla donanmasının da bir bedeli var. Ayrı düşebilmek... Yine de cesurca bir sorumluluk anlayışı veya duygusal bir devamlılık, tamamen sizin seçiminiz olacak.
Bence herkes bir ‘Güneş’i aydınlatmalı ve bir ‘Güneş’ ile ısınabilmelidir.
Haydi insanlar, daha çok insan olmaya...”
* * *
Bu cümleler olabildiğince yumuşak yazılmış. Beklemelerin, kalp çarpıntılarının, moralleri yerle bir eden diyalogları buraya aktarmak istemiyorum. Sosyal Hizmetler’de görev yapanların iyi niyetinden de kuşkum yok. Ama her olayda olduğu gibi burada da süreçler uzamamalı...
Bugünden yarına demiyorum ama kendisine bir “Güneş” arayanları hayata yeniden bağlayacak bir sürecin ideal olduğunu düşünüyorum.
Duyuyorum, biliyorum...
Birçok aile sırf bu uzamalardan, gecikmelerden dolayı çekiniyor, geri adım atıyor.
Yetkililerden tek isteğim süreci kısaltmaları...
Manken, çoban, ayak, baş ve eşek
Her şey bir televizyon kanalında konuşan bir mankenin “Dağdaki çobanla benim oyum eşit mesela, niye?” sorusu ile başladı. Ayrıca AKP’yi “Ayak takımının iktidara getirdiği parti” olarak niteleyen mankenimiz tüm demokrasi havarileri tarafından anında çarmıha gerildi. Konuşmanın devamındaki “Gecekondu dikenle, kaçak elektrik ve su kullananla, vergi kaçıranla (bunları yapmayan) benim oyum neden eşit?” şeklindeki sözler ise nedense hiç tartışılmadı. Lakabı “Çoban” olan bir devlet büyüğümüzü anımsadım; gerçi kendisi sonradan çiftçiliğe merak sarmış, ektiği tohumlar her tarafı kapladığında, bir üst kata çıkarak oradan kendi ürünlerine karşı savaş vermişti.
Derken başbakanımız çıktı, sanki “Eğer oy vermedeki eşitliği tartışmaya açarsanız doğrudan demokrasiyi tartışmaya açmış olursunuz” sözlerinin sahibi o değilmiş gibi “Ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar” deyiverdi ve kıyamet koptu. Önceden de bir çiftçiye “Ananı al da git”, şehitler verdiğimiz günlerde “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” demiş, İzmir’e “gavur” imasında bulunmuştu. Ama bu kez yaptığı gafı çevirmek daha güçtü. Başbakanımızın ifadesiyle “ayaklar” yürümek istediler; ama coplu, gaz bombalı “kollar” tarafından durduruldular.
Sözlerimi yorum yapmadan, bir “eşek fıkrası” ile sonlandırayım. Kimse alınmasın, gocunmasın. Beynin organizasyonu ve tüm organlarının işbirliğiyle mutlu yaşayan eşeğin kalbi bir gün demiş ki “Beynin organizatörlüğünden bıktım, bundan sonra ben baş olmak istiyorum.” Organlar şaşırmışlar, “Saçmalama” demişler. Ciddiye alınmadığını gören kalp başlamış teklemeye... Eşeğin başı dönmüş, dizlerinin bağı çözülmüş. Çaresiz “Tamam” demişler, “Sen baş ol.” Ancak bir süre sonra karaciğer “Benim neyim eksik, ben baş olacağım” demiş. Eşek sararmış, solmuş, başlamış kaşınmaya... Ve tüm organlar sırayla devralmışlar baş olmayı.. Bir gün anüs çıkıp da “Baş ben olacağım” dediğinde hepsi gülmeye başlamış ve anüs başlamış kendini kasmaya... Eşeğin adım atacak hali kalmadığında organlar zorunlu olarak kabullenmişler, anüsün “baş” olmasını. Rivayet odur ki o günden bu yana eşeği yöneten belliymiş.
(Prof. Dr. Ülgen Zeki Ok’un kaleminden, )