GEÇEN hafta iki meslektaşım İzmir’le ilgili çok güzel yazılar yazdı. Biri Hürriyet Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil’in Fanatik Gazetesi’nde, diğeri Star Gazetesi yazarı Murat Birsel’in köşesinde yazdığı yazılar...
Her iki yazar da İzmir’de yetişip İstanbul’a gidenlerden...
Belki de mecbur kalanlardan...
Bu pazar köşemi onların yazılarından alıntılara bırakıyorum.
Her ikisinde de İzmir’e ve İzmirlilere dönük önemli mesajlar var.
Bir İzmirli’yi uzaktan tanımak
Murat Birsel’in, “Karşıyakalı olmak, İzmirli olmak ayrıcalıktır” dedirtecek yazısı...
* * *
Karşıyaka havası...
Karşıyakalı olmak ne demek Karşıyakalılar biliyor, olmayanlar da hissediyor.
Mesela NTV koridorunda Karşıyakalılar yan yana geldiğinde gelen geçen, “İşte Karşıyakalılar” diyor ve anlıyorlar ki, biz yan yana geldiğimizde başka bir hava teneffüs ediyoruz.
Karşıyaka havası!
Neşe var, çok sağlam bir dostluk var ve (belki sadece burada itiraf edebiliriz) “Kusura bakmayın bu bizim doğum şansımız” hali var o resimde.
Yurtdışında sokakta yürürken nasıl “Bu Türk” diye teşhisi koyuyorsanız, Karşıyakalı da Karşıyakalı’yı bir şekilde mutlaka anlıyor; kan çekiyor sanki...
Ve “Merhaba”dan sonra 40 yıllık arkadaşlık samimiyeti, güveni, dayanışmasını karşılıklı hissediyorsunuz.
Nasıl Karşıyakalı sadece Karşıyaka’da “Bu toprak, bu hava, bu su benim...” hissini sonuna kadar yaşıyorsa, Karşıyakalılar dışarıda karşılaştıklarında orası sanki “Karşıyaka” oluyor.
Çocukluk arkadaşlığındaki karşılıksız sevmeye çok benziyor Karşıyakalılık ve aslında en doğrusunu insanın İstanbullu karısı söylüyor:
“Karşıyaka’nın içinden adamı alırsın da adamın içinden Karşıyaka’yı alamazsın...”
Karşıyaka neden gerçek büyük
İZMİR sporunun, İzmir futbolunun çok tartışıldığı bir dönemde Yılmaz Özdil’in bu yazısı da başka bir anlam ifade ediyor. Dilerim bu mesajı alanlar, bu yıl şampiyonluk için üzerine düşeni yaparlar...
Özdil’in, “İşte gerçek üç büyükler” yazısından bir alıntı...
* * *
Üç Büyük... Beşiktaş Başkanı dedi ki:
“Üç büyükler gerçeği gizleniyor. Zihinlere ‘iki büyük var’ yalanı yerleştirilmeye çalışılıyor.“
Demek istiyor ki:
Beşiktaş üç büyükten biridir, diğerleri ise Fenerbahçe ve Galatasaray’dır.
Beşiktaşlı değilim.
Ama Beşiktaş adına üzüldüm. Çünkü Beşiktaş’ın tarihine sahip çıkmaya çalışan bir başkanın, şöyle demesini beklerdim:
“Üç büyükten biriyiz. Diğerleri Karşıyaka. Ve Kasımpaşa. Bu gerçeği silemezler!“
Evet... Üç büyük vardır tarihte. Beşiktaş. Karşıyaka. Kasımpaşa. Armasında ay-yıldızı yani Türk Bayrağı’nı taşıma hakkına ve onuruna sahip olan “Üç büyükler“ sadece bunlardır. Kızmaca darılmaca yok...
Galatasaray ve Fenerbahçe, ay-yıldızı anca göğsünde taşıyabilir. İsterse 100 kere şampiyon olsun, armasına koyamaz. Öyküsü şu:.
16 Mayıs 1952’de, Türkiye’yle Yunanistan arasında İstanbul’da dostluk maçı yapıldı. NATO’ya girme sürecinde, ABD iki tarafı sık sık bir araya getiriyor, düşmanlığı yok etmeye çalışıyordu. Bu amaçla merhum Başbakan Adnan Menderes Yunanistan’a gitti ve karşılığında Yunanistan Milli Takımı Türkiye’ye geldi. Ama herşey apar topar gelişmişti. Bu nedenle dönemin Futbol Federasyonu Başkanı Ulvi Yenal, milli takımı temsil etme görevini Beşiktaş’a verdi. Yanlış bilmiyorsam sembolik olarak Galatasaray’ı temsilen Turgay Şeren, Fenerbahçe’yi temsilen de Ali eklendi milli takıma... Milli takımın teknik direktörü de Beşiktaş efsanesi Sadri Usoğlu’ydu. “Arap Sadri” olarak tanınan Sadri Usoğlu, A milli takımımızın ilk ve tek “siyahi“ teknik direktörüydü. Neyse... 1-0 yenildik... Ama maç bu vesileyle bizzat Başbakan Adnan Menderes tarafından, milli takım görevini üstlendiği için, Beşiktaş’a armasında “ay-yıldız“ taşıma hakkı verildi.
Böylece, üçüncü büyük oluştu. Çünkü armasında Türk Bayrağı’nı taşıyan iki takımımız daha vardı.
Hasta Göztepeli olarak yazarken içim gidiyor ama armasında Türk Bayrağı’nı taşıma hakkı verilen ilk takımımız Karşıyaka.
Kurtuluş Savaşı’nda gösterdikleri kahramanlıklar nedeniyle bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilmişti bu hak...
Kifayetsiz muhterisler
ÜLKEMİZDE dürüst, yetenekli ve başarılı insanlar çeşitli yöntemlerle alaşağı edilirken, yerlerine bu niteliklerden yoksun kişilerin geldiğini yazmıştım. “Negatif seleksiyon (seçim)” olarak adlandırdığım bu süreç köy enstitülerinin mimarlarından Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in 1946’daki istifaya zorlanışının ardından giderek hızlanan bir ivme ile sürüyor.
Negatif seleksiyonun nasıl işlediği konusunda kafa yorarken, Celal Bayar Üniversitesi önceki rektörü Prof. Dr. Cemil Özcan’ın Hürriyet’in İK ekinden kesip verdiği Serdar Devrim imzalı “Kifayetsiz muhterisler ve cahil cesareti” başlıklı bir yazı sayesinde tablo netleşti.
Yazıya göre, David Dunning ve Justin Kruger adlı iki psikolog 45 öğrenciye bir test uygulayıp, ardından ne kadar başarılı olduklarını tahmin etmelerini isterler. En başarısızların (doğru oranı yüzde 10 ve altı) testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları; en iyilerinse (doğru oranı yüzde 90 ve üzeri) soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri ortaya çıkar.
* * *
“Cehaletin, sanılanın aksine, bireyin kendine olan güvenini arttırdığı”nı kanıtlayan ve bunu Dunning-Kruger Etkisi olarak adlandıran ikiliye göre bizim “cahil cesareti” olarak adlandırdığımız durum “kendi kendini değerlendirme yeteneksizliğine” bağlı. “Kifayetsiz muhteris” olarak nitelenen bu kişiler “yetersizlik+haddini bilmeme” kokteylinin yol açtığı itici güçle haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayıp, bunu bir “hak” olarak görürlerken, bilgili ve yetenekli insanlar “fazla alçakgönüllü” davranıp yüksek görevlere talip olmuyorlar.
Kıymetlerinin anlaşılmasını beklerlerken “ihtiras eksikliği” ile suçlanıp, zamanla kırılarak daha da geriye çekiliyorlar. “Peter Prensibi” ne göre “Her çalışan, iş ortamında yetersiz olduğu noktaya kadar yükseliyor” ve sonuçta hızlı yükselen “kifayetsiz muhterisler” nedeniyle yüksek makamlar yetersiz insanlar tarafından işgal ediliyor.
* * *
Sonuçta ortaya “ilgililerin bilgisiz, bilgililerin ilgisiz” olduğu bir toplum çıkıyor. İnanmıyor musunuz? Çevrenize veya televizyondaki haberlere bir bakın öyleyse...
Kifayetsiz muhterisler Montaigne’in tarif ettiği “içleri boş, başları dik” başaklara benziyorlar; kafaları ürünle dolmadığından eğilmeyi öğrenemiyorlar bir türlü. Dede Korkut ise “davul”a benzetmiş onları; içleri boş olduğu halde çok ses çıkarmalarından ötürü.
Türkiye’nin ileriye gidebilmesi için yakasını kifayetsiz muhterislerden kurtarması gerek. Yetkin ve bilgili insanlarsa daha cesur olmalılar ve layık oldukları görevlere talip olmaktan kaçınmamalılar.
(Prof. Dr. Ülgen Zeki Ok’un kaleminden, ulgenok@ulgenok.net)