Ediz ile Baha’nın 1975 yılında piyasaya çıkan bu şarkısını her dinleyişimde gençliğimin Türk filmlerinin unutulmaz kahramanlarından rahmetli Tarık Akan’ı ve Gülşen Bubikoğlu’nu hatırlarım. Hafızamda o dönemki “genç” imajını; üstten 3 düğmesi açık gömlekleri ve İspanyol paça dar pantolonları içinde, zayıf ve dinç vücudu ile Tarık Akan ve her daim fönlü kumral saçlarının omuzlarını örttüğü renkli elbiselerinin içindeki ince zerafeti ile Gülşen Bubikoğlu oluşturmaktaydı. Haliyle böyle zayıf, dinç ve sağlıklı gençlerde; başta duman olan gençlikten dolayı aşkın kalbe olan etkileri sağlık sorunları ile maskelenmiyor ve sağlıklı, dinç ateş böceği kaçabilirken Tarık Akan dili dışarı çıkmadan, yüzündeki çapkın gülümseme eksilmeden rahatlıkla kovalayabiliyordu.
O günden bugüne 43 yıl geçti. Dahası bu 43 yılda Türkiye kapılarını Batı’ya ve Amerika’ya açtı. Bu durum her alanda olduğu gibi beslenme, spor ve sağlık alanlarında da bir takım köksüz, gelişigüzel, geleneklerden koparan ve dönemlik değişiklikleri beraberinde getirdi. Sanayi devriminin tamamlanması ve spor, beslenme gibi günümüzün endüstrileşmiş sektörlerinin gelişebilmesi için toplumun tüketime yönlendirilmesi gerekirdi. Bu
Hep olumlu yönünden bakılır gülme eylemine. Öyle ya genel geçer bir kabul ve tanımlamayla insanın, eğlendiği için güldüğü söylenebilir. Ben de bugün gülerken düşünmeye başladım, gülmek akıllı işi mi diye ve başladım sorgulamaya.
“Gülme-Komiğin Anlamı Üstüne Deneme” (Ayrıntı Yayınları) kitabının yazarı Fransız filozof Henry Bergson’a göre insanı, hayvandan farklılaştıran yegâne eylem. İnsanın hayvandan ayrışmasına sebep olarak gösterdiği gülmeyi, kalbin uyuşturularak salt olarak zekâ ile gerçekleştirilen bir eylem olarak kabul etmesi, gülmenin zeka ve dolayısı ile düşünme süreci gerektirdiğini gösteriyor; insan için genel geçer kabul gören “düşünen hayvan” tanımlaması da bu tezi destekliyor. Kimi zaman olumlu kavramlar üzerinden yürütülen bu düşünme sürecinde, gülünenin yetersizlikleri, olumsuzlukları, obje haline getirilecek olursa gülmenin sadece “tek taraflı hoşluk” durumu alması kaçınılmaz olabiliyor. Ki bunun en güzel örneğini Karagöz-Hacivat’ta net olarak görebiliriz. Etkenin, edilgene alaycı üslubu ile güldürme yaklaşımı da bu fikri savunmakta. Bu tanımlamada hafifletici faktör ise gülme eyleminin subjesi olan konu ve kişinin (örnekteki Karagöz’ün) tevazu ve alttan
Kelime anlamı olarak; hastalık ve yaralanma gibi nedenlerle bedenin herhangi bir yerinde duyumsanan sürekli ve yeğin acı anlamına gelir ağrı. Uluslararası Ağrı Çalışmaları Derneği’nin yaptığı bilimsel tarifte ise ağrı; vücudun herhangi bir yerinden kaynaklanan, gerçek ya da olası bir doku hasarı ile birlikte seyreden, hastanın geçmişteki tüm deneyimlerini kapsayan, hoş olmayan, emosyonel ve sensoryal bir duygudur. Bu tanımlamalardan anlayabildiğimiz şekilde ağrı subjektif bir bulgu olup ağrıyı yaratan nedene, ağrıyı hisseden kişiye (sosyokültürel yapı, kişilik özellikleri, yaş, cinsiyet) ve zamana bağımlı olarak değişiklik gösteren bir şikayettir.
Subjektif özelliğinden dolayı, değerlendirilmesi zor olan “ağrı”nın objektif bir takım kriterlere dayandırılması bile hekim ile hasta arasındaki iletişimi de içeren pek çok değişkene bağlıdır. Hastanın ağrıyı hissetme şiddeti ve şekli, bunu tarif etme yeteneği, hekimin empati yeteneği ve objektif duruşu bile bazen ağrının yeterli düzeyde değerlendirilebilmesine imkan tanımamaktadır. Bu nedenle ağrı, vücudun neresinde ve ne şiddette olursa olsun dikkate alınması gereken ve sebebinin ortaya konması gereken bir şikayettir. Bazı
UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumların sağlık raporlarında Küba’da halk sağlığı ve koruyucu hekimlik istatistiklerinin dünyanın “zengin” sayılan ülkelerinin ne kadar önünde olduğu yıllardır vurgulanmakta. Peki neydi bu küçük ülkeyi böylesine önemli bir konuda üst sıralara taşıyan? Üstelik tek gelirinin turizm olduğunu bildiğimiz halde. Gelin bu konuya derinlemesine bir göz atalım.
1958 yılında Batista’ya karşı çıkan Küba devrimci güçlerinin daha o dönemde halka verdiği, “dünya standartlarında ve hatta daha üstünde sağlık hizmeti” sözü, 1976 yılında kabul edilen son Küba Anayasası ile karşılandı. Öyle ki Küba Devrimi, 1976’da kabul edilen anayasasında verdiği sözü; devletin tüm vatandaşlarına vadettiği parasız, evrensel, ulaşılabilir sağlık hizmeti ve bireylerin sağlığını koruma ve geliştirme garantisi olarak yasalaştırdı. 2000’li yılların başında Küba Sağlık Bakanlığı’nın açıklamış olduğu doğumda anne ve çocuk ölümü oranı, bulaşıcı hastalıklardan ölüm oranı gibi koruyucu hekimlik ile ilgili istatistiksel verilere bakıldığında yasalaştırılan sözün hayata geçirildiğini ve tutulduğunu görüyoruz.
Özellikle sağlıktaki dönüşümün ardından geçirilen ilk dekatta, istatistiki
"İstanbul'da mı?! Hadi canım ordan!""Türkiye'de iki tekere saygı yok, mümkün değil!""Evet ve özellikle İstanbul'da""Kültürü olmayan şeye toplumun saygısı da olmaz, sen ben uğraşmazsak nasıl oluşsun bu kültür"
2018 yılının başına dek son 5 senedir zaruri durumlar ve hafta sonu gezileri haricinde 4 tekerli bir aracın şoför koltuğuna oturmamaktaydım. Arabamı, otoparkta tutarak geçen 4 aylık deneme sürecinin ardından 2013 sonbaharında arabasızlıktan trafiksiz ve dolayısı ile özgür bir hayata geçmiştim. Şehir içi ulaşımımı, hobi olarak vazgeçilmezim olan bisikletimile yapmaya karar vermiştim. Bisikletle geçirdiğim 4 yılın ardından, son 3 aydır iş yeri değişikliği sebebi ve İstanbul olanaksızlıkları nedeni ile bisiklet sevdamı günlük hayatıma taşıyamıyor olsam da konu ile ilgili fikirlerim hala sabittir. E ne demişler? Doktorun dediğini yap, yaptığını yapma.
Bisikletli Yaşam ... Kim-Neden-Nasıl?
Gün içinde ulaşım amaçlı bisiklet kullanımı kişinin özgürlük sınırlarını genişletiyor, hem de ekstra zaman harcamadan spor yapmasına olanak tanıyor. İşe gidip gelirken bisiklet kullanmak da mümkün hatta tercih edilesi. İşe bisikletle gidip gelmek güne zinde
Sıcaklar yaklaşıyor, hatta geldi bile denebilir. Havaların ısınması ile birlikte doğanın her parçasında olduğu gibi insanlarda da bir takım değişiklikler meydana gelmeye başlıyor. Bu değişimlerle birlikte insanın hem fiziksel yapısında hem de psikolojisinde mevsimsel özellikler belirmekte. Kış aylarının başlangıcında alınan kilolar veriliyor, estetik kaygılar ön plana çıktığı için insanlar vücutlarını incelemeye başlıyor. Bu nedenle özellikle bahar aylarında kilo verme, estetik amaçlı girişimler belirgin bir şekilde artıyor; deyim yerindeyse insanoğlu kış uykusunun ardından yaza hazırlanıyor. Kasvetli, yağışlı, soğuk ve genelde kapalı alanlarda geçirilen soğuk günlerin ardından yemyeşil çayırlarda koşarak geçireceğimiz bahar aylarında, masmavi denizlerde yüzerek geçireceğimiz yaz aylarının düşüncesi bile psikolojimiz üzerinde olumlu etkilere sebep oluyor. Ancak bir yandan da tempolu ve yoğun çalışma hayatı ile geçen kış aylarının ardından görece rahat ve rehavete yatkın bir döneme yaklaştıkça, hareketsizlik, beslenmenin bozulması, sağlığa gösterilen özenin ikinci plana atılması gibi sebeplerle insan vücudunda mevsimin doğası gereği meydana gelen değişiklikler daha da belirgin
Modernleşme tüm Avrupa’da gösterdiği seyirden farklı bir seyir izlemiştir Türkiye’de. Ortadoğu ve Arap kültürünün, Batı kültürü ile bir asırdan kısa süreliğine mayalandığı geçmişin; Reform ve Rönesansları aşarak bilmem kaç yüzyıllık siyasi ve sanatsal gelişimini tamamlamış Avrupa yapısı ile benzer bir seyirde olmaması hiç de şaşırtıcı değildir aslında. İşte bu farklılık; Avrupa ülkelerinde sadece kendi içinde çeşitli tartışmalara yol açmış popüler kültürün, yüzünü Batı’ya dönmeye çalışan çok kültürlü ülkemiz sosyokültürel yapısında çok farklı dinamiklerle seyretmesine neden olmuştur. Bunun üzerine çok kültürlü yapının, tek kültürlü Avrupa yapısına benzetilmeye çalışılması ve özellikle yanlış bir algı ile medeniyetin, Avrupalılaşma olarak kabul edilmesi ve dayatılması, dahası bu medenileşme yolunda bireylerin kökenlerinden ve kültürlerinden uzaklaştırılmaya çalışılması sorunun katmanlı hale gelmesinde pay sahibi olmuştur.
Avrupa’da popüler kültüre yaklaşım temel olarak, olumsuz yaklaşımlar ve popüler kültürü bir mücadele alanı olarak kabul eden yaklaşımlar olmak üzere iki kısımda değerlendirilebilir. Burada bu yaklaşımları detaylı olarak inceleyip konuyu dağıtma riskine
Geçen ay içinde genç bir bayan hastama venöz yetmezlik ve varis tanısı ile tedavi düzenlerken pek çok hastamda olduğu gibi varis çorabı önerdim. Damarlarındaki problemlerden ötürü külotlu ve orta basınçlı bir varis çorabı önerene dek her şey yolunda idi. Ancak varis çorabını duyunca yüzündeki yaşam enerjisinin düştüğünü hissettiğim hastamın, tekrar kendini toparlayabilmesi için sanırım benim önerilerimden ziyade varis çorabı ile bir müddet geçirmesi gerekecek. Bununla birlikte “Yazın ortasında bu zırh gibi şeyi mi giyeceğim?”, “Eteğin altında bu kalın çorapla nasıl gezerim bütün gün”, “Ben normal çorapla bile zor duruyorum, mümkün değil!”, “İsterseniz siz giyin doktor bey”; muayenelerim sonrasında varis çorabı önerdiğim hastalardan duyduklarımdan birkaçı.
Varis, tedavi süreci özellikle hasta açısından zorlu ve tedavi uyumu az olan bir hastalık. İlaç tedavisinin rolünün kısıtlı olduğu bu kronik damar hastalığında, günlük alışkanlık ve hayat tarzı değişiklikleri ilk basamakta alınması gereken önlemlerden. Tedaviye hekim penceresinden bakıldığı zaman olmazsa olmaz bir tedavi faktörü olarak karşımıza çıkan varis çorapları ise hastaların korkulu rüyası.
Varis çorabının