Doğan Heper

Doğan Heper

dheper@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

ÇOK eskilerden beri her toplum, yılın bazı günlerine önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde kutlamış. Dini ve milli bakımdan önemli olan, milletçe her yıl kutlanan bu günlere, çeşitli isimler verilmiş.
İslamiyet'ten sonra bu sevinçli, neşeli günler için bayram manasına gelen "ıyd" kelimesi kullanılmış.
İslamiyet'ten önce Türk kavimleri, devletleri de kendi inanç, örf ve adetlerine göre belli günleri kendileri için kutsal kabul etmişler ve bu günleri çeşitli merasimlerle kutlamışlar.
Dede Korkut Hikayeleri'nde, hanların başa geçmelerini, doğum ve zaferlerini kutlamak için toplandıkları, şölenler tertip ettikleri, ölümleri için yuğ, yani yas merasimi yaptıkları bilinmektedir.
İslamiyet'te bayramlar ikidir.
Birincisi, arabi aylardan Şevval ayının birinci günü Ramazan Bayramı, ikincisi, Zilhicce ayının onuncu günü Kurban Bayramı'dır. Ramazan Bayramı üç gün, Kurban Bayramı ise dört gündür.
Müslümanlar bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zira bu günler, günahların affedildiği, birlik ve beraberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neşe kaynağıdır.
Bu ansiklopedik satırlardan sonra gelelim günümüze.
Günümüzde bayram günleri tatil yapmak için kullanılır oldu.
Artık çoğunluk eskisi gibi evde oturup ziyaretçi beklemiyor veya ziyaretlere çıkmıyor.
Kış veya yaz tatil yöreleri bayram günleri doluyor, taşıyor. "Bayram turizmi" diye bir olgu var artık.
Zaten bayram turizmi de olmasa Türk toplumu hepten tatil yapmaz olarak kabul edilecek.
Bakın Türkiye Seyahat Acentaları Birliği'nin "Yurtiçi Seyahat ve İç Turizmin Pazar Araştırması" iç turizmin ülkenin turizm olanakları ve nüfusuyla orantılı olmadığını, çok gerilerde kaldığını ortaya koyuyor.
* * *
BAYRAM neşeli, sevinçli gün demek olunca yazıların da neşeli, sevinç dolu olması gerekir.
Ama mümkün mü?
Biz cennet gibi bir ülkeyi cehennem yapmanın ustasıyız.
Bu ülkede, "yok yok."
İnsanımızın ekonomik atılganlığı, uluslararası atılganlığı eksikti. Şimdi o da var.
Yani un var, şeker var, bunlarla helva yapalım diye yola çıkıyoruz, turşu oluyor.
Siyasi aşçıbaşılarımızda bir sakatlık var...
* * *
DOĞRU söyleyen hala dokuz köyden kovuluyor.
Belki de bu nedenle "Doğrucu Davut"larımız az.
Ölçülerimiz subjektif, objektif olamıyoruz.
Başbakan bile "sevdiğim, sevmediğim gazeteciler" diye bir ayırım yapabiliyor.
Demokrasiyi hala oturtamadık.
Hala işimize geleni "doğru" diye kabul ediyoruz.
Tüm bu eksiklerimizi biliyoruz ama işin kötüsü bir türlü gideremiyoruz. Kaderimize razı gibiyiz. Eksikleri giderme yerine onları tevil etme, duruma uydurma, hatta çarpıtma kolayımıza geliyor.
Belki de şu fıkradaki gibi.
Konuşma, Sovyetler yıkılmadan çok seneler önce geçiyor.
Bir Amerikan vatandaşı, bir Sovyet vatandaşına soruyor:
"Bak ben Roosevelt'in canı cehenneme diye bağırabiliyorum. Sen Rusya'da bunu söyleyebilir misin?"
"Elbette söyleyebilirim"
diyor, Sovyet vatandaşı.
"Hem de Stalin'in yüzüne karşı. Kremlin'e giderim, Stalin'in yanına çıkar ve haykırırım: Roosevelt'in canı cehenneme!.."
Riyadan, riyakarlardan her duruma uyan bukalemunlardan uzak, neşeli, sevinçli, sağlıklı bayramlar...